15 Kasım 2012 Perşembe

Hüseyin Nurettin ÖZSU (1879-1937)

Hüseyin Nurettin Özsu, 1879 yılında İstanbul’da doğdu. 1898’de Harp Okulu’nu bitirerek teğmen oldu. 3. Ordu nişancı taburunda görev aldı. 1901 yılında gönüllü olarak Yemen’e gitti. Üsteğmenliği atlayarak yüzbaşılığa yükseltildi.

Yedi yıl Yemen’de kaldıktan sonra 1.Ordu’ya atandı. 1911 – 1912 Türk İtalyan Savaşı’na 1912 – 1913’te 1. Dünya Savaşı’na katıldı. 1917’de Albaylığa yükseldiğinde 3. Tümen Komutanı oldu. 1919 ve 1920 yılları arasında İstanbul 1 Numaralı Askeri Mahkeme Üyeliği yaptı.

Ocak 1921’de Anadolu’ya geçerek sırasıyla 7nci, 8nci ve 17nci Tümen Komutanlıkları yaparak Kurtuluş Savaşı’nın çeşitli cephelerinde savaştı. 1922 yılında tümgeneralliğe yükseltildi. 1926 ve 1930 yılları arasında generaller mahkemesi üyeliği yaptı. Ardından 1930 – 1931’de 1. Tümen Komutanlığı, 1931 – 1932’de ise Askeri Yargıtay üyeliği yapıp emekliye ayrıldı. 1937 yılında vefat etti.

Kaynak-Gnl.Kur.Başklığı

Ahmet Naci ELDENİZ (1875-1948)

Ahmet Naci Eldeniz, 1875 yılında Manastır’da doğdu, 1893 yılında Harp Okulu’nu bitirdi. 1893-1895 yılları arasında, Almanya’da Harp Akademisi’ne devam etti.

1895'te Üsteğmen, 1897'de Yüzbaşı, 1902'de Binbaşı, 1907'de Yarbay, 1908'de Albay oldu. Harp okulunda Mustafa Kemal’inde öğretmeni olan Ahmet Naci Eldeniz, 1918-1920 yılları arasında şehzadelerin askerlik öğretmenliğini yaptı.

1920-1921'de, Konaklar, Askeri Okullar Müfettişliği yaptı ve 25 Ağustos 1921'de Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Ankara’ya geçti. Bir süre burada da Askeri okullar Müfettişliği yaptıktan sonra 8 Mayıs 1922'de 7 nci Tümen Komutanlığına atanarak Büyük Taarruz’a katıldı ve 1922'de General oldu. 13 Aralık 1922'de tekrar Askeri Okullar Müfettişi oldu. 31 Ekim 1924'te 5 nci Kolordu Komutanlığına atandı. 1927'de Korgeneralliğe yükseldi ve 26 Aralık 1927'de Generaller Askeri Mahkemesi Üyeliğine atandı.

24 Ağustos 1928'de isteği ile emekliye ayrılan Korg. Naci İldeniz Cebelibereket ve Seyhan Milletvekilliği yaptı. 1948 yılında öldü.

Kaynak-Gnl.Kur.Başklığı

Cemil CONK (1873-1963)

Cemil Conk; 1873 yılında İstanbul Üsküdar’da doğdu, Harp okulundan mezun olarak ordu saflarına katıldı. Çanakkale Muharebelerine başlangıçta Güney Cephesinde, Seddülbahir bölgesinde alay komutanı olarak katıldı. 1915 Ağustosu başından itibaren Kuzey Grubunda Conkbayın’nda Yarbay rütbesi ile önce 4ncü ve sonra 8nci Tümen Komutanı olarak çarpıştı.

4 ncü Tümen Komutanı iken, Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’in emrinde muharebelere katılarak yararlılık gösterdi ve Conk soyadını buradan Conkbayırı’ndan aldı

Komutan olarak savaş hatıraları iki önemli kitapta toplanmıştır;

1-Balkan Harbi 1912–1913. [Çanakkale Seferi 1915], Türkiye Yayınevi, 1947.
2- Çanakkale Conkbayırı Savaşları, Erkânıharbiyei Umumiye Basımevi, 1959.

Cemil Conk 1963 yılında İstanbul’da vefat etti.

Kaynak-Gnl.Kur.Başklığı

Emin Fahrettin ÖZDİLEK (1898-1989)

Emin Fahrettin Özdilek 1898 yılında Bursa'da doğdu. İlköğreniminden sonra Edirne Askeri İdadisine girdi. 1916'da Yedek subay Talimgâhına gönderildi. 1 Haziran 1917'de Teğmenliğe yükseltildi. 1920 yılı sonunda Kurtuluş Savaşı'na katıldı.

1 Mart 1921'de Üsteğmen olarak 3'üncü Süvari Tümeninde Batı Cephesindeki savaşlara katıldı.1925-1927 arası Harp Okulu ve Süvari Binicilik Okulunda öğrenimini tamamladı.

1933'te Harp Akademisi'ne girdi. 30 Ağustos1936'da Binbaşılığa yükselerek 6 Ekim 1936'da Kurmay Subay olarak Akademiden mezun oldu.

1936 - 1959 arası TSK'de çeşitli görevlerde bulundu. 30 Ağustos 1959'da Orgeneralliğe yükseltildi. 13 Mart 1989'da Ankara'da vefat etti.

Kaynak-Gnl.Kur.Başk.lığı

Şükrü SARACOĞLU (1887-1953)

Şükrü Saracoğlu; 1887 yılında Ödemiş’te doğdu. İlk ve orta okulu Ödemiş’te okuduktan sonra İzmir idadisi ’ne girdi, birincilikle bitirerek, Mekteb-i Mülkiye’ye geçti. 1909 yılında Mekteb-i Mülkiye’ yi bitirerek İzmir Valiliği Maiyet Memurluğuna atandı. İzmir Sultanisi’nde matematik öğretmenliği yapan Saraçoğlu, 1911 yılında Ticaret Mekteb-i Müdürlüğü görevine getirildi.

1914 yılının Ocak ayında bir devlet bursu kazanan Saraçoğlu, Belçika’ya öğrenime gitti. Kısa bir süre sonra I. Dünya Savaşı patlayınca hemen İzmir’e döndü. 1915 Mayıs’ında tekrar Cenevre Siyasi İlimler Akademisi’nde okumak için İsviçre’ye giderek burada dört yıl kaldı ve bu fakülteyi çok iyi bir dereceyle bitirdi. Mondros Mütarekesi’nden sonra Cenevre’de Türk Talebe Cemiyeti’ni kurarak bu cemiyet adına Fransızca bir derginin yayınlanmasını üstlendi. Türk Talebe Cemiyeti’nin başkanı olarak Avrupa kamuoyunda Mondros şartlarının olumsuzluğuna tepki yaratmak için uğraşlar vererek Osmanlı Devleti’nin haklarını savundu.

O günlerde İzmir işgal edilince Türkiye’ye gideceğini öğrendiği bir İtalyan gemisine kaçak binip yurda döndü. Ulusal Kurtuluş Hareketi’ne kayıldı.

Kuşadası, Nazilli ve Aydın yörelerinde kurulan Kuva-i Milliye hareketlerinin örgütlenmesin de çalıştı. Osmanlı Meclisi Mebusanına İzmir milletvekili olarak seçildiyse de, Saraçoğlu bu göreve katılmadı. Saraçoğlu, 1923 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne İzmir Mebusu olarak girdi.

27 Aralık 1953, İstanbul’da hayatını kaybetti. 

Kaynak- Kurtuluş Savaşında Siviller

Ahmet Fikri TÜZER (1978-1942)

Ahmet Fikri Tüzer; 1878 yılında Bulgaristan’ın Şumnu şehrinde dünyaya geldi, 1905’te Askeri Tıbbiye ’den yüzbaşı doktor olarak mezun oldu. Gülhane Hastanesi’nde operatörlük eğitimi aldı. Bir yıl sonra 5’inci Ordu Bağdat Merkez Hastanesi’ne atandı. Burada çalışırken kıdemli yüzbaşılığa terfi etti. 1912 yılına kadar pek çok hastanede görev yaptı. Aniden hastalanınca tedavi için İstanbul’a gönderildi, kendi isteğine uygun olarak Kuleli Okulu Hastanesi’nde görevlendirildi.

Kıdemli yüzbaşıyken verdiği hizmetlerden dolayı 1914’te Erzurum Hastanesi’ne atandı. Bir yıl sonra da binbaşı oldu. O dönem Türkiye tarihine baktığımızda Türkiye zor bir dönemden geçiyordu. Savaş nedeniyle halk sefalet içindeydi. Erzurum’da görev yaptığı üç yıl boyunca tifo, kolera, hummai racia (bit ve pireyle insana geçen hastalık) gibi salgın hastalıkların önlenmesinde büyük rol oynadı. Bu çalışması karşılıksız kalmadı. Harp Madalyası ve iki yıl kıdemle ödüllendirildi.

1924 - 1927 yılları arası Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. III, IV, V ve VI. dönemlerde (1927 -1942) Erzurum Milletvekilliği yaptı. 16 Ağustos 1942'de görevi başında iken vefat etti.

Kaynak-Gnl.Kur.Başk.lığı

Refik SAYDAM (1881-1942)

Refik Saydam 8 Eylül 1881 günü İstanbul'un Fatih ilçesinde, dünyaya geldi . Mahalle mektebinin ardından Fatih Askeri Rüştiyesi ‘ne (1892) ve İstanbul Kuleli Askeri İdadisi ‘ne (1896) girdi. Askeri Tıbbiyeyi Doktor Yüzbaşı olarak 22 Ekim 1905 günü bitiren Refik Bey, üç yıl Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde Embriyoloji ve Histoloji bölümlerinde çalıştı.

1910 yılında eğitim için yurt dışına gitti. Almanya'da Berlin askeri tıp akademisinde Brandenburg, Danzig, Spandou ve Scharite'te eğitim gördü. Balkan Savaşı'nın çıkacağı belli olunca İstanbul'a döndü (1912). Balkan Savaşı'nda Antalya'da ve Çatalca cephesinde bulundu. I. Dünya Savaşı boyunca ordunun salgın hastalıkları ile mücadele etti. Erzurum ve Hasankale'de cephe hizmetinde bulundu. Tifüse karşı hazırladığı aşı tıp literatürüne geçti ve I. Dünya Savaşı'nda Alman ordusunda ve Kurtuluş Savaşı'nda kullanıldı.

1919 yılında 9. Kolordu sağlık müfettişi muavinliği görevi ile Mustafa Kemal'in yanında Samsun'a çıkan Refik Bey Erzurum'da Mustafa Kemal'in karargâhı dağıtıldıktan sonra Erzurum askeri hastanesi bulaşıcı hastalıklar servisi şefliğine atandı. Fakat bu görevi kabul etmeyerek ordudan ayrıldı. Erzurum ve Sivas kongrelerinin çalışmalarına ve Milli Mücadeleye katıldı.

8 Temmuz 1942'de İstanbul’da hayatını kaybetti.

Kaynak- Atatürk Araştırma Merkezi

Yusuf Ziya HAŞİMOĞLU (1883-1928)



Yusuf Ziya Haşimoğlu; 1 Temmuz 1883, tarihinde Erzurum Oltu’da doğdu. Kars Jandarma Okulu'nu bitirerek, Rus işgalinde olan Oltu ve Kars yöresinde jandarma olarak görev yaptı.

1914-1917 yılları arasında yaşanan bu karanlık günlerde milli mücadele için Oltu halkına küçük kardeşi Yasin Bey ile birlikte öncülük eden Ziya Bey Oltu yakınlarındaki Kaleboğazı, Bardız ve Narman yaylarına kadar olan bölgeyi savunma sınırları içerisinde kabul ederek, kurulan "Oltu Şûra Hükümeti" başkanlığa getirildi.

Nisan 1920’de, Oltu Şûra Hükümeti üyeleri Ankara'da toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katılma kararı aldı. Yusuf Ziya Bey, Ankara'da Oltu'yu temsil etmek üzere kardeşi Yasin Bey'i görevlendirdi. 17 Mayıs 1920 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi, Oltu'nun Anavatan'la birleşmesini kabul ederek Yusuf Ziya Bey'i Oltu Mutasarrıflığına tayin etti. Bu durumu haber alan Ermeniler büyük bir öfke ile Merdinik ve Kosor Boğazı üzerinden Oltu'ya saldırıya geçti. Türk kuvvetleri ile milis taburları zaman zaman güç durumlara düşse de Yusuf Ziya Bey komutasındaki Oltulu milis kuvvetleri Ermenilere büyük kayıplar verdirerek bölgeden çekilmek zorunda bıraktı.

1923 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Yusuf Ziya Bey'e "Bil fiil kıta başında gösterdiği hamaset ve fedakarlıktan" ötürü bir kıta şeritli "İstiklal Madalyası" verdi.

Yusuf Ziya Haşimoğlu 1928 yılında Oltu’da hayatını kaybetti.

Kaynak-Oltu Gazetesi

Yasin HAŞİMOĞLU (1985-1986)

Yasin Haşimoğlu 20 Mayıs 1895’de Erzurum Oltu’da doğdu. İlk tahlisini medrese de yaptı. 1910 yılında İlkokulu Rus işgali altında olan Oltu’da okudu. Eğitimini tamamlayarak ilkokul öğretmeni oldu.

1917 yılında kardeşi Ziya Beyle birlikte kurtuluş mücadelesine atıldılar. Halit Paşanın emrine girerek kurduğu çete ile Ermeni ve Rus depolarından silah ve mühimmat kaçırarak Türk tarafına aktardı, Oltu halkını kurtuluş için örgütledi.

25 Mart 1918’de Oltu’nun düşman işgalinden kurtarılmasında kardeşi Ziya Beyle birlikte büyük yararlıklar gösterdi. Kazım Karabekir Paşa komutasındaki 15. kolorduda görev alarak. Ermenilerin Kars ve Ardahan’da sürülüp çıkarılmasında başarı gösteren birliklerin içinde bulunan Yasin Haşimoğlu bu savaslarda yaralanarak gazi oldu.

Kurtuluş savaşı sonrasında Oltu Mebusu olarak TBMM’de bulundu.16 Nisan 1986 yılında Manisa’da hayatını kaybetti.

Kaynak-Oltu Gazetesi


CİHANGİROĞLU İBRAHİM BEY (1874-1948)


Cihangiroğlu İbrahim Bey, 1874 yılında Kars’ta doğdu. Soyadı kanunundan sonra İbrahim Aydın olarak tanındı. Mondros Mütarekesinden hemen sonra, Kars merkezli; Ardahan, Posof, Iğdır, Oltu, Batum ve bir kısım bugünkü Ermenistan'ı kapsayacak şekilde kurulmuş olan Güneybatı Kafkasya Cumhuriyeti'nin kuruluşunun öncülerindendir. 

9 Ocak 1919Ardahan Kongresi'nde bu kısa ömürlü bölgesel hükümetin cumhurbaşkanlığına seçilmiş ve hükümet oluşumunun İngilizler tarafından dağıtılmasına dek (Nisan 1919) bu görevi yürütmüştür. Bu şekilde Kars bölgesinin sonradan Türkiye'ye katılımının zeminini hazırlamıştır.

İngiliz birliklerinin Kars'ı işgali sonrasında Güneybatı Kafkasya Cumhuriyeti'nin diğer ileri gelen yetkilileri ile birlikte Malta'ya sürülmüş, Malta sürgünleri arasında yer almıştır.

Bir yıllık sürgünden dönüşünde 1921-1927 yılları arasında Kars belediye başkanlığı yapmıştır. 1948 yılında vefat etmiştir.

Kaynak-Kars Belediyesi

İsmail Hakkı DURUSU (1871-1940)

1871 yılında Kayseri'nin Zincirdere beldesinde doğdu. 1891 yılında Leyli Ticari Bahriye Mektebi'ni bitirdi. 24 Mart 1892 yılında stajyer kaptan olarak Kayseri vapuruna atandı.

Bahri Cedit (1892), Ali Saib Paşa(1893) ve Dolmabahçe (1892) gemilerinde üçüncü kaptanlık yaptı. Şeref (1897), Medine (1897), Mekke (1899), Selanik (1900), Kaplan (1900), Sakarya (1901), Bahri Cedir (1905), Sakarya (1907) ve Kaplan (1907)gemilerinde ikinci kaptanlık görevini yürüttü.

1 Nisan 1915 tarihinde kaptanlığına atandığı Doğan Vapuru fırtınada Marmara Denizi'nde battı. Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi tarafından açığa alındı soruşturma sonunda ihmali olmadığı anlaşıldığında görevine döndü. Ankara gemisi ikinci kaptanlığına getirildi.

1 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma Vapurunun Kaptanı oldu. Karadeniz’de fırtınalı havada ,Mustafa Kemal Paşa ve maiyetini, 17 Mayıs'ta İnebolu'ya, 18 Mayıs'ta Sinop'a uğrayarak kıyı şeridini takiben 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'a getirdi.

İsmail Hakkı Kaptan, soyadı kanunu çıktığında Durusu soyadını aldı. 10 Ağustos 1922 tarihinde emekli oldu. 1940 yılında hayatını kaybetti.

Kaynak-Kurtuluş Savaşı'na katılan siviller

Mehmet Muzaffer ALANKUŞ (1898-1972)

Orgeneral M.Muzaffer Alankuş, 1898 yılında Erzurum’da doğdu. 1914 yılında daha Kuleli Askeri Lisesi'nde öğrenci iken Çanakkale Savaşları nedeni cepheye gitti. 1915 yılında Asteğmenliğe yükseldi. Muhtelif birliklerde Takım Komutanlığı ve Birlik Komutanlığı yaptı. 7 nci Tümen Harekat Subayı iken esir düştü. 1 Ekim 1918 – 30 Aralık 1920 tarihleri arasında İngilizlerin elinde esarette kaldı ve Mısır’a götürüldü. 

28 Nisan 1921’de Anadolu’ya geçerek Milli Orduya iltihak etti. Çeşitli birliklerde görev yaptıktan sonra, savaş sonrası yüzbaşı rütbesi ile 1925-1926 yıllarında Harp Okulu tahsilini tamamladı. 1926 yılında girdiği Harp Akademisi'ni, 1929 yılında bitirerek kurmay oldu.

1945 yılına kadar çeşitli birlik ve karargâhlarda görev yaptı. 1945 yılında Tuğgeneral, 1947’de Tümgeneralliğe yükseldi. 1956 yılında Korgeneral, 1959’da Orgeneralliğe terfi etti.

5 Ağustos 1960 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atandı. 6 Ocak 1961 tarihinde ise Milli Savunma Bakanlığı görevine getirildi.

28 Haziran 1961 tarihinde emekli oldu. 17 Aralık 1972 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Kaynak-Atatürk Araştırma Merkezi

14 Kasım 2012 Çarşamba

Mehmet Emin YURDAKUL (1869-1944)

13 Mayıs 1869'da İstanbul'da doğdu, Beşiktaş Askeri Rüştiyesini bitirdikten sonra bir süre Mülkiye Mektebi'nin idadisinde okudu.1887'de Babıâli Sadaret Dairesi Evrak Odası'nı aylıksız kâtip olarak atandı.1899'da Hukuk Mektebi'ne başladı. öğrenimini ABD'de tamamlamak üzere okuldan ayrıldı. Ancak bu isteği gerçekleşemedi. Memurluk yaşamına döndü. ittihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. şiirlerinde dile getirdiği düşünceler, yansıttığı gerçekler saray tarafından kuşkuyla karşılandığı için 1907'de Erzurum rüsumat nazırlığına gönderildi.

II. Meşrutiyet sonrası 1909'da bahriye müsteşarlığına, bu görevi istemeyince de Hicaz valiliğine atandı. Bir yıl sonra Sivas valiliğine getirildi. Ancak çalışması engellenince, üç ay sonra bu görevinden de ayrılarak İstanbul’a döndü.

Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer aldı, derneğin başkanı oldu. çıkarılan Türk Yurdu dergisinin de sorumluluğunu üstlendi. İttihat ve Terakki yönetimiyle arası açılınca Erzurum valiliği göreviyle 1911'de İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Ertesi yıl da emekliye ayrılmak zorunda bırakıldı.

1913'te Musul milletvekili seçildi. Halide Edip, Köprülüzade Fuat ve Hamdullah Suphi ile birlikte Hars ve İlim Heyeti üyeliğinde bulundu. Milli Türk Fırkasının kurucuları arasında yer aldı.

I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgal edilince,1921yılında Anadolu'ya geçti. Atatürk tarafından ilgiyle karşılandı. Antalya, Adana, İzmir yörelerinde dolaşarak halkın ve ordunun manevi gücünü arttırıcı konuşmalar yaptı,

Şebinkarahisar, Urfa ve İstanbul milletvekili seçilerek beş dönem meclise girdi. 14 Ocak 1944 tarihinde İstanbul’da öldü.

Ya Gazi Ol Ya Şehit

Hadi yavrum ben sen mi bugün için doğurdum
Hamurumu yiğitlik duygusuyla yoğurdum
Türk evladı odur ki yurdu olan toprağı
Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz
Bir yabancı bayrağı ezan sesi duyulan
Hiçbir yere astırtmaz 


Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit

Hadi yavrum köyüne, nişanlına veda et
Sabanını tarlanı her şeyini feda et
O silaha sarıl ki böyle günde bir erkek
Bir dualı demirden başka bir şey kullanmaz
Bunu tutan bir bilek köleliğin
Uğursuz zincirine uzanmaz

Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit

Hadi yavrum kendine sende yiğit er dedir
Büyüdüğün gaziler ocağına can getir
O cenkleri kazan ki senin büyük Türk adın
Yedi iklim dört bucak içerisine ün salsın
Beş yüz yıllık ecdadın kabirlerde titreyen
Kemikleri öç alsın

Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım
Hadi yavrum hadi git ya gazi ol ya şehit

Hadi yavrum bugünde dertli ninen ağlasın
Ayrılığın oduyla yüreğini dağlasın
O yaşları saçsın ki senin aslan göğsünde
Benim kanlı gözyaşım düşman için kin olsun
Kara yerin yüzünde ayağının bastığı
Dağlar beller leş olsun

Mehmet Emin Yurdakul


ALİ CENAB TÜRKLER


Ruşen Eşref Ünaydın, Karagah-ı Umumi Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Mülazım-ı Evvel Ruhi ile gerçekleştirdiği mülakatında Mehmetçiğin ağzından şu hatırayı kaydeder:

Bizim mıntıka kumandanı Süvari Kaymakamı Mahmut Bey tayyarelere pek kızar efendim. Daima ateş ettirir onlara ; katiyyen üzerimize sokmaz onun zaten tabiatı böyledir. Bir tayyare geldi miydi, haydi ütün bataryaya ateş ettirir.

Evet efendim; tayyare düştü. Hava hafif sisli olduğu için tabii gemiler bu sükutu( düşüşü) görmüyorlardı. Tayyareciler kendilerini denize attılar. Kendi gemilerini istikametine yüzmeye başladı. Bunu gören bataryamız düşmanın kendi gemilerine iltihak etmemesi için efendim, ateş etti ki tayyareciler geriye dönsünler. O vakit gemilerde tayyarenin burada düştüğünü anladılar. Onlar da ateş açtılar. Tayyare tahrip edildi. O vakit de bizim hiç olmazsa bir esire fevkalade ihtiyacımız vardı. Çünkü düşmanın o dakikadaki vaziyetini anlamak istiyorduk. Zira düşman Anafartalar'dan çektiği askeri Seddülbahir'e ihraç yapmak istiyor gibi göstertiyordu. Yani açıkçası bunu blöf olarak yapıyordu. Ve gemiler de ( eliyle işaret ederek) bakın işte böyle daima Seddülbahir etrafında bir kavis şeklinde duruyordu.

Mıntıka kumandamız Kaymakam Mahmut Bey bu tayyarecinin neye mal olursa olsun mutlaka kurtarılmasını istiyordu. Tayyareciler en nihayet bir buçuk kilometre kadar sahile yakın geldiler. Tabii sahil mayın döşeli olduğundan kimse giremiyordu.

Düşmanın vaziyetini öğrenmeye şiddetle ihtiyaç vardı. Bu sırada bir düşman tayyaresi düşürülmüş ancak bizimkiler başka taraftan o tarafa hala ateş etmekte idiler. Düşman tayyarecileri hem mayınlı hem de ateş altında ölüm kalım mücadelesi vermekte idiler.

Bu noktada teessüratımı söylüyorum: o iki adam bağırıyordu. Yani ölüyorlardı artık. Ve sahilden hala imdat umuyorlardı. Tabii bir kumandan emir verdiği vakit süngü üzerine top üzerine gidip ölmek vazifemizdir. İşte o vakit mıntıka kumandanı Kaymakam Mahmut Bey " Kim girer?" diye bir sual sordu. Bu İngilizlere sırf acıdığım için düşman olsalar da onları kurtarmak bana bir vazife-i vicdaniye oldu. Yüzmek de bilirim.

- Nerelisiniz efendim?

- Çanakkaleliyim. Bir an evvel girmek için telaşımdan fanilayı da çıkarmamışım. bir fanila bir iç donu kalmıştı. Daldım. O zaman arkadaşım Mülazım Kaşif'de : "Ben de girerim " diye bendenize refakat etti. O çocuk aynı zamanda sınıf arkadaşımdır. Şimdi Rusya'da esir zavallı. Beraber girdik. Muttasıl düşman topları ateş ediyor. Monitörler, karşımızdan eksilmiyor. Tayyareler tepemizde dönüyordu. Fakat biz tabii pek alçağa düşüyorduk. Sular da biraz dalgalıydı. Ne bizimkilerin nede onların makas atışları bizi kıstıramıyordu. Gülleler hep ötemize berimize düşüyordu. Bize hiç ziyan vermiyordu. Maatteessüf o tayyarecilerden birisi boğuldu. Çünkü bizde takat kalmamıştı. Ötekini kurtardık beyim. Mıntıka kumandanı Mahmut Bey kendisini aldı. Mıntıkasına götürdü. Orada İngilizce mesaj yapıldı. Güzel baktılar sonra Beşinci Orduya teslim edildi.

Giderken İngiliz mıntıka kumandanı Mahmut Bey 'e demiş ki:

"Türkleri şöyle cesurdurlar, böyle alicenaptırlar diye kitaplarda okurdum. Bu defada cephede gördüm. Fakat böyle şiddetli bir ateşe karşı bu derece fedakarlıklarını bilemezdim. Bu derecesini bir İngiliz bile yapamaz."

Kaynak-Atatürk Araştırma Merkezi

CENTİLMEN TÜRKLER

Çanakkale Savaşları yüzyılın son centilmen savaşları olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme savaş ahlâkı ve kuralları açısından bakıldığında sonuna kadar doğrudur. Birinci Dünya Savaşı'nın diğer cephelerine ve bundan sonra günümüze kadar yapılan savaşlara bakıldığında neden bu savaşların "centilmence" yapıldığı anlaşılabilmektedir. Çanakkale Cephesi'ne çıkarma yapan müttefik askerleri karşılarında yamyam ve barbar Türkleri bekliyorlardı. 25 Nisan gününden başlayarak kanlı savaşların yaşandığı bu cephede kısa sürede başarı sağlanamayınca Müttefik Kuvvetleri sekiz buçuk ay sürecek maceralarına başlamışlardı. Her geçen gün Türklerle Müttefik askerleri arasındaki ilişkiler artıyor, birbirlerini tanımaya başlıyorlardı.

Her iki taraf askerleri de zafer için bulundukları bu topraklarda, karşılarındaki askerlerin de kendileri gibi insan olduğunu, öldüklerini, ölürken acı çektiklerini, kan döktüklerini ve kısacası farksız olduklarını anlıyorlardı. 

Başlangıçta Müttefik askerleri için, Türklere esir düşmek korkulu rüya idi. Esir düşerlerse Türklerin onlara neler yapabileceklerini hayal bile edemiyorlardı. Zaman geçtikçe yaşanan olaylar bu düşünceleri siliyordu. Yaralı müttefik askerlerine Türklerin gösterdiği ilgi, esirlere yapılan iyi muamele ve Türklerin dürüst savaşçılar olması müttefik askerlerinin bu düşüncelerini tamamen değiştirmişti.

Gazeteci C.E.W.Bean, 10 Kasım 1915'te defterine "Türkler: Yaşamın Güzel Yanları" başlığıyla, siperlerdeki bu ilginç durumu şöyle anlatıyor:

"Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır'daki Türk savaş esirlerinden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğraflarını atmıştık. (Gerçi bizim askerler bunu yapmamızı pek istemiyor ama...) Her neyse, karşıdan şu yanıtı aldık: "Sadaka ile yaşayan bir adam, domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Ellerimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok silah ve cephanesi olabilir. Ancak, bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir millet iseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da, başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?

Çok asilce bir cevap! Bu tür çabaları yoğunlaştırıp, Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyordum. Kaldı ki onlar da -ya da Almanlar-, benzer yöntemleri bizim üzerimizde denemişlerdi."

"Üç hafta kadar önce, Türklerin üç günlük bir bayramı vardı. Bizim siperlere, üzerine silinmez kalemle ve aceleyle şunlar yazılı iki paket sigara attılar: Prenez, fumez avec plaisir notre heureux énnemis. (Alın, afiyetle için mutlu düşmanlarımız)

Karşılığında biz de onlara, konserve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde "Bully beef non" (sığır bifteği istemeyiz) mesajı yazılı olarak geri yolladılar."

Avustralyalı bir albay ise, Ekim ayı sonunda ülkesine yolladığı mektupta, "Siperlerdeki Yaşam ve Türkler" başlığı altında durumu şöyle dile getiriyor:

"Türkler çok dürüst savaşçılar. Kahramanlık ve cesaretleri tartışılmaz. İşkence, zulüm ve dumdum kurşunu konusundaki tüm iddialar yalandır. Geçen gün, yanlışlıkla atılan bir şarapnel ile Kızılhaç katırlarından birisini öldürdüler. Anında özür dilediler. Daha önce de yaralılarımızla ilgilendiler. Onları, kıyıya bırakıp bize haber verdiler. Burada hiçbirimizin, Türklere karşı büyük bir düşmanlık beslediğini sanmıyorum..."

Öte yandan, Çanakkale Cephesinde Müttefiklerin en çekindiği şeylerden bir, Türklerin zehirli gaz kullanma olasılığıydı. Genel olarak yüksek noktaları tuttukları için ve rüzgar da uygun estiği zaman, zehirli gaz kullanılması çok büyük can kaybına yol açabilirdi. Almanların elinde bu gazdan bulunduğu biliniyordu. Batı Cephesi'nde, Fransa'da kullanmışlardı da. Özellikle İngilizlerin, zehirli gaz kullanımından endişe ettiği ve askerlere gaz maskesi dağıtıp, olası bir tehlikede neler yapılması gerektiği konusunda özel eğitim verdiklerini öğreniyoruz. 

Ancak Türk subay ve komutanları, Almanların isteğine ve önerisine karşılık bu yöntemi, "mertçe ve adil" bulmayıp, savaş kurallarına da aykırı olacağı gerekçesiyle onaylamamış ve zehirli gazı, savaşın son gününe kadar kullanmamışlardır. 

Çanakkale Cephesi'nde zehirli gaz kullanıldığına ilişkin haberlerin asılsız olduğu ve endişeye gerek bulunmadığı, Avustralya ve Yeni Zelanda basınında sık sık dile getirilmiştir. Örneğin, Wellington'da çıkan "Otago Times" Gazetesi, 1 kasım 1915 günü, "Savaşçı olarak Türk" başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Yazıda aynen şunlar yer almaktadır:

"...Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi) isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu'ya değil, en çok Mısır'a kadar gelenlerdir.

The Age adlı Avustralya gazetesi, 11 Aralık 1915'te, gene Türklerin zehirli gaz kullanması sorununu ele almış ve "gaz bombası saldırısından korkulmuyor" başlığı altında yayınlanan yorum yazısında, cepheden gelen raporlara dayanarak konuyu şöyle değerlendirmiştir.

"...Şu ana kadar bu cephede Türklerin savaş yöntemlerinin hakça olduğunu kabul etmek dürüstlük gereğidir. Türklerle Avustralyalılar arasındaki savaş mertçeydi ve sonuna kadar öyle olacağını umuyoruz. Bu savaştan önce Türk'ü hor görüyorduk. Artık öyle bir şey söz konusu değil. O'nu yendiğimizde -ki o gün uzak değildir- hepimiz onları Almanların etkisine girmekle birlikte, ahlâksızca savaş yöntemleri kullanacak kadar tötonikleşmemiş (Almanlaşmamış) olarak hatırlamak istiyoruz."

Türklerin zehirli gaz kullanmama nedenlerinden biri de yüksek noktaları tutuyor olmalarıydı. Özellikle Arıburnu'nda yukarıdan aşağı doğru atılacak gaz bombası denizden esen rüzgarla yukarılara çıkabilir ve Türk askerlerini de etkileyebilirdi. Hatta Çanakkale'nin meşhur rüzgarı, zehirli gazı yarımadanın hesaplanamayan bölgelerine sürükleyebilirdi.

Ayrıca Türklerin elinde gaz maskesi de bulunmuyordu. Herhangi bir gaz kullanımında gaz maskeleri olmadan dayanmak olanaksızdı.

Bu arada Türklerin elinde zehirli gaz bulunup bulunmadığı da araştırma konusudur. Gerçi olsaydı da bu gazın sonuç itibariyle kullanılmayacağı açıktır. Böylelikle Müttefik askerlerinin Türklere olan güvenleri boşa çıkmamış, "Türkler zehirli gaz kullanmaz, onlar dürüst savaşçıdırlar" diyerek gaz maskesi takmayarak bu güveni sürdürmüşlerdir.

Görüldüğü gibi savaşın her türlü çirkinliğine rağmen, savaşın içinde bile böylesi bir imaj yaratmak, Çanakkale Savaşları'nı yüzyılın, hatta yarınların son centilmen savaşı haline getirmiştir.

Kaynak-Atatürk Araştırma Merkezi

Nazmi AKPINAR (1875-1940)

Nazmi Akpınar; 1875 yılında İstanbul, Yeniköy'de doğdu. 14 Mart 1894'te Harbiye'ye girdi ve 19 Şubat 1896'da mezun oldu. Çanakkale Savaşı başlamadan önce Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı Mayın Komutanıydı. 

18 Ocak 1915'te Karanfil Burnu-Kepez ve Nara Burnu-Eceabat arasına döşediği mania ağı, 8 Mart 1915'te karanlık limana döktüğü 26 mayın ve 17 Mart gecesi Nusret Mayın gemisi ile Boğaza teşkil ettiği mayın hatları müttefiklerin 18 Mart saldırısında Boğazı geçmesini engelledi. Ayrıca, 12-13 Mayıs gecesi İngiliz Goliath gemisini batıran muaveneti-milliye muhbirimizin kılavuzu idi.

Nazmi Bey,19 Temmuz 1915'te binbaşılığa terfi etti. 20 Kasım 1923'te emekli oldu ve 5 Mayıs 1940'ta ölümüne kadar İstanbul Boğazında Sivil Kılavuz Kaptanlık yaptı.


Kaynak-Atatürk Araştırma Merkezi

SAKARYA’YA



Porsuk Irmağının kuzey kıyısındaki patikada kırk kadar askerden oluşan bir birlik, düzensiz bir şekilde dinlenmekteydi. 

Asker kaçaklarını arayan bir süvari müfrezesi birdenbire tepeden aşağı inerek çevrelerini sardı. Müfreze komutanı, yüzü yaralı bir yüzbaşıydı. Öne çıkıp selam verdi. Yüzbaşının eli tabancasında, çavuşa ve birliğe göz attı. Kaçağa veya bozguncuya benzemiyorlardı.

-"Hangi birliktensiniz?"

-"4. Tümen, 55. Alay, 3. Tabur, 1. Bölükteniz kumandanım."

-“Bölüğün geri kalanı nerde?"

-"Bölükten geri kalan budur."

-"Nereye gidiyorsunuz?"

-"Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Biz de oraya gidiyoruz. Alayımızı orada arar buluruz."

Yüzbaşı sevindi. Bunlar silahlarını, şereflerini sonuna kadar korumaya kararlı askerlerdi. Sesi yumuşadı:

-"Şu tepenin ardında, suyu bol bir küçük köy var. Orada dinlenin. Sonra durmadan doğuya yürüyüp Sakarya'yı aşın ama birliğini köye bu haliyle sokma. Halkı üzmeyin anladın mı?"

Çavuş anlamıştı:

-"Evet kumandanım! Köye sanki belimiz kırılmamış gibi gireceğiz. Başüstüne!"

Köyde bütün kapılar kapalı, pencerelerin tahta kepenkleri örtülüydü. Görünürde kimse yoktu.

Elinde domuz fişeği sürülmüş av tüfeği, köy odasının aralık kapısından gelenleri gözleyen Gazi Çavuş, muhtar ile iki yaşlıca köylüye;

- "Korkmayın" dedi, "bunlar çapulcu da değil, asker kaçağı da." 


-"Emin misin?"

-"Bunlar Ezrail'le güreş tutmuş babayiğitler."

Tüfeği bırakıp dışarı koştu:

-"Hoş geldiniz kardeşler! Gazanız mübarek olsun. Hey millet! Su getirin! Sofra açın! Kemal'in askerleri bunlar!"

Kaynak-Şu Çılgın Türkler

KAYSERİ LİSESİ 1920-1921 MEZUNLARI

Mezun Veremedi Ama 62 Şehit Verdi Kayseri Lisesi son sınıf öğrencilerinin tamamı gönüllü olarak Gittikleri Sakarya Savaşı’nda şehit düştüğü için okulun 1920-1921 öğrenim yılında mezun verememişti.

Kayseri Lisesi’nin 1920-1921 yılındaki mezuniyet defterinde lise son sınıf talebeleri için, ’Cepheye gidip hepsi şehit düştüğünden bu öğrenim yılında okulumuz mezun verememiştir’ notu var.

Kayseri Lisesi son sınıf öğrencilerinin tamamının gönüllü olarak gittikleri Sakarya Savaşı’nda şehit düştüğü, bu nedenle okulun 1920-1921 öğrenim yılında mezun veremediği bildirildi. Kayseri Lisesi Müdürü Ömer Güven, 1893 yılında ‘Kayseri Sultanisi’ adıyla eğitime başlayan Kayseri Lisesi’nin Kurtuluş Savaşı’nda önemli görevler üstlendiğini, son sınıf öğrencilerinin Sakarya Savaşı’nda şehit olduğunu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir ara Kayseri Lisesi’ne taşınmasının planlandığını söyledi. Güven, Kayseri Lisesi öğrencilerinin Kurtuluş Savaşı’nda büyük kahramanlıklar gösterdiğini belirterek, şu bilgileri verdi:

‘Kayseri Lisesi’nin son sınıf öğrencilerinin tamamı, gönüllü olarak Sakarya Savaşı’na gitmişlerdir. Bir grup öğrenci, Kayseri’de toplanan Kuvayi Milliye gurubuna katılarak 1919 yılında Adana’nın Saimbeyli ilçesi yakınlarındaki Ermeni-Fransız cephesinde (Hacın) düşmana karsı savaşmıştır. Sakarya Savaşı sırasında düşmanın Ankara’ya yaklaşması nedeniyle, tedbir olarak Meclis’in Kayseri’ye taşınması düşünülmüş, Kayseri Lisesi binası içerisine meclis kürsüsü kurulmuş, Meclis’e ait matbaa makineleri de Kayseri’ye getirilmek için kağnılara ve at arabalarına yüklenmiştir.’

Ömer Güven, lise son sınıf öğrencilerinin tamamının ülkesini düşman işgalinden kurtarmak için Sakarya Savaşı’na katıldığını, ancak geri dönemediğini belirterek ‘Okulumuz kurulduğundan bu yana mezuniyet kütüğü (defteri) düzenlenmiş.1920-1921 yılında mezuniyet defterine ‘lise son sınıf talebeleri Sakarya Muharebesi için cepheye gidip hepsi cephede şehit düştüğünden bu öğrenim yılında okulumuz mezun verememiştir’ ibaresi yazılmıştır. Genelkurmay Başkanlığı arşivlerindeki kayıtlara göre, 62 öğrencimiz Sakarya Savaşı’na gönüllü olarak gidip, tamamı şehit olmuştur. Onlarla daima gurur duyuyoruz ve iftihar ediyoruz’ dedi.

Sair Cahit Külebi müfettiş iken geldiği Kayseri Lisesi’nde okul kütüğünü incelerken,1921 yılında Sakarya Savaşı’na giden öğrencilerin tamamının şehit düştüğünü ve okulun o yıl mezun veremediğini ortaya çıkarmıştır.

Kaynak-Popüler Tarih Dergisi




LİSELİ ŞEHİTLER DESTANI

Selâlar verildi minarelerden,
Meydanlara al bayraklar asıldı,
Taş döşeli avlusunda mektebin,
Kitaba, silaha eller basıldı.
Dualar edildi, helâlleşildi.
Bir daha bir daha vedalaşıldı.
Yılanlı dağa,
Hasan Dağı'na,
Dağların hasına, Ali Dağı'na,
En son Erciyes'in ak doruğuna,
Dünya gözü ile bakıp, gittiler...
Artlarında gözü yaşlı türküler...
Kölesi olduğum
Efendi ağa!
Kayseri nere,
Nere Sakarya?
Sakarya, soyumun kader çizgisi.
Tarihin yeniden yazıldığı yer.
Baş eğmemek için,
Nice canların,
Azrail'le bile dövüştüğü yer.
Vatan diyebilmek için
Tekrar vatana,
İmanın imkânla
Boğuştuğu yer.
Tuttuğu mevzide,
Tırnakla, dişle
Her karışı için
Etin, kemiğin
Demirle, çelikle
Ölçüştüğü yer.
Kanla karışarak
Kara toprağın,
Hilkat çamuruna
Dönüştüğü yer.
Aklın durup,
Dilin tutulduğu an,
Sakarya, yüreğin konuştuğu yer.
Havada barut kokusu,
Toprakta kan.
Ağustostan eylüle doğru zaman
Ölüm kokuyordu.
Yorgundu,
Sakarya ufkunda akşam
Parmaklar yorgundu,
Tetikler yorgun.
Sıcak namlularında
Topların, tüfeklerin,
Gülleler, mermiler dinleniyordu.
Biri türkü söylüyordu siperde.
Gesi Bağlarında dolanıyordu,
Usuldan usuldan
Ses perde perde.
Bir top gül soluyordu,
Derviş oğlu Ahmet'in
Alnından vurulup düştüğü yerde

İrice bir taşa vermiş sırtını,
Oturur gibiydi yer minderinde.
Ana elinden şefkatli,
Baba elinden merhametli,
Bir başka el
Okşuyordu saçlarını
Osman oğlu Ahmet'in.
Henüz soğumamıştı bedeni,
Kanı ılık ılık akıyordu.
Gülümsedi;
Ölüm zannedilen ölümsüzlüğe,
Yarı açık gözleri,
Üç beş adım ötede
Duran koluna bakıyordu.

Mangal gibi yüreği,
Mangal dağına yanıyordu.
Saklamıyordu gözyaşlarını
Nuh oğlu Cemal,
Hıçkıra hıçkıra yalvarıyordu;
"Geri almadan Türbe Tepe'yi
Yarabbi! Alma canımı "diyordu.
Koşarken kuş hafifliğinde
Yokuş yukarı.
Ölümden yana yoktu tasası.
Öbür yüzünü tepenin
Görememekten korkuyordu.
Al renkli güller açtı göğsünde.
Kaldırdı başını
Göğe sitemle.
Al bayrağı gördü,
Türbe Tepe'nin tepesinde.
Sonra, altlarından ırmaklar akan köşkleri..
Siperdeydiler sabaha karşı,
Uyku ile uyanıklık arası.
Aynı rüyayı gördüler.
Erişilmez bir mesafede
Açmış kucağını,
Gülümsüyordu yüzlerine
Mustafalar'ın en güzeli.
Beraber fırladılar siperden,
O'na doğru.
Beraber yediler kurşunu.
Beraber düştüler toprağa.
Ahmet oğlu Mustafa'yla.
Hacı Ahmet'in Mustafa.
Gülümsüyordu yüzlerine
Mustafalar'ın en güzeli,
Doğrulup uzanabilseler
Ellerine değecekti elleri.
Gövdeler gördü.
Kolsuz, bacaksız,
Kimisi inliyor,
Kimisi cansız,
Kan içinde yatanlardan utandı.
Bir can için değer miydi?
Dipçik vardı,
Süngü vardı,
Davrandı.
Ölümsüzlük için,
Ölüme doğru.
O ne müthiş hücumdu.
Muhteşemdi doğrusu,
Mehmet oğlu Halil'in
Tek kişilik ordusu.

İki yürek verdi omuz omuza
Erciyes dağının çatalı gibi.
Sonra çığ oldular,
Kaya oldular,
Koparcasına doruklardan,
Öyle uçtular ki
Düşman üstüne.
Biri Numan oğlu,
Diğeri Emin
Ne dirisine,
Ne ölüsüne
Rastlayan olmadı
iki Mehmet'in.

"Bir geçerse" diyordu,
Mustafa oğlu İsmail.
Bir geçerse,
Sakarya'yı bu Yunan,
Ankara'nın, Kayseri'nin
Vay haline!
O zaman...
Her yumuşunda gözünü,
Hunat'ı, Cami-i Kebir'i,
Hacıkılıç'ı görüyordu.
Ve nice ezansız minareleri...
Hücum emriyle beraber
Can havliyle fırladı,
Yaralı bir kurt gibi siperden.
Önce bir sızı göğsünde,
Sonra tanımadığı bir sıcaklık.
Her şey karanlığa dönmeden önce,
Anası göründü gözüne.
Gülümsüyordu,
Başka analarla beraber.
Hunat'tan, Cami-i Kebir'den
Ezanlar okunuyordu.
Gürül gürüldü minarelerden.
Ne bir adım geri,
Ne de ileri.
Saatler ay gibi
Yıl gibi uzun.
Bir de tepesinde eylül güneşi.
Şükrü oğlu Seyit Ahmet
Bunalmıştı sıcaktan.
Şimdi Erciyes'in eteklerinde
Esen rüzgârlara verip bağrını,
Kar suyunu bakır tastan
Yudumlamak vardı ya...
Değerdi doğrusu
Dünya malına.
Bozdu sessizliği şakırtıları,
Gölgeledi güneşi
Süngü ışıltıları.
Hey ağzını yediğim
Süngülerin süngüsü,
Bugün beklenen gündü,
Beklenen saat bu saat.
Kan renkli bir heykele benziyordu.
Dudaklarında bakır tasın serinliği,
Kaçan Yunan'ı seyrediyordu öylece.
Sakarya kıyısına düşmeden önce.
Kanla yıkana yıkana
Temizlendi
Sakarya'nın doğusu.
Onlar
Geri dönmeyi düşünmeyenler.
Onlar,
On binler,
Yüz binler.
Bu topraklar için
Can veren erler.
Sanılmasın,


Belirsiz mezarlarda kaldılar.
Hür ufuklardan vatanın,
Hem gece
Hem gündüzüne,
Doğacak aylara yıldız oldular.

Fazıl Ahmet Bahadır

ÇANAKKALE’DE HAVACILARIMIZ

25 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Nara Meydanı’na konuşlandırılan Nievport tipi deniz uçağı ile, Deniz Yzb. Savmi, Ütğm. Fazıl ve Ütğm. Cemal’in yaptığı keşif uçuşları sayesinde, bölgedeki İngiliz ve Fransız gemilerinin faaliyetleri izlenmeye başlanmıştır.

18 Mart 1915 tarihine kadar olan dönemde yapılan başarılı hava keşif görevleri hem düşmanın elindeki gemi tip ve miktarını tespit, hem de taarruz hazırlıklarını devamlı takip imkanı sağlamıştır.

18 Mart 1915 günü, havacılarımız erken saatlerde yaptıkları keşif raporunu vermişlerdir: “ Bozcaada önünde, 40 düşman gemisi sayıldı. Bunlardan; 19’u ağır, 3’ü hafif olmak üzere 22’si kruvazör, diğerleri; şilep, destek gemisi ve uçak gemisidir. Sayıları tam olarak saptanamayan denizaltılar görülmüştür. 6 adet zırhlı İngiliz gemisi, muharebe düzeninde boğaza doğru ilerlemekte ve Fransız gemileri de demir almaktadır. ”

Bir süre sonra, boğaza giren ve kıyı bataryalarını şiddetle bombardıman eden düşman donanma topçusuna, Ark Royal uçak gemisinden havalanan İngiliz uçakları da ateş tanziminde geniş çapta yardım etmiştir.

18 Mart günü öğleden sonra, havacılarımıza; Limni Adası civarındaki düşman kuvvetlerinin durumunu keşfetmeleri emredilmiştir.

Bir saat içinde görev bölgesine ulaşan pilotlar Mondros Koyu’nda 13 harp, 4 nakliye, 29 kömür gemisi olmak üzere toplam 46 geminin bulunduğunu, ayrıca Fransızların Gaulois gemisinin sahil topçumuzun ateşi ile Çanakkale ağzında yara aldığını rapor etmiştir.

Çanakkale Muharebeleri süresince, karşılıklı keşif harekatı devam ederken; Türk havacıları, o tarihler için başarılı sayılabilecek diğer hava görevlerini de icra etmişledir. Bu görevlerden biri 18 Nisan 1915’de yapılmıştır.

O gün Çanakkale Boğazı bölgesinde gittikçe kuvvetlenen ve hava üstünlüğü kurmasından endişe edilen düşman hava gücünü tesirsiz hale getirmek maksadıyla, Bozcaada’da 18 düşman uçağının konuşlandığı meydana hava taarruzu planlamıştır. Ancak bu meydandaki uçaklar, keşif görevi için daha önceden kalktığından, havada karşılaşılmış, kısa bir hava muharebesinden sonra zayiatsız olarak meydana dönülmüştür. Bu görev amacına ulaşmadıysa da, asli taktik hava görevlerinden olan “mukabil hava harekatı” nın ilk ve tipik bir uygulaması olması açısından önem taşımaktadır.

Türk uçaklarının meydan taarruzu planlamasından esinlenen İngilizler aynı gün üçer uçaklık iki kol ile meydanımıza taarruz etmişler, ancak uçaklarımız daha önceden meydan içinde dağıtılarak gizlenmiş olduğundan, atılan bombalar hasar meydana getirememiştir. Bu da, ufki dağılma ve gizleme yapılarak, beka tedbirlerinin alınışına güzel bir örnek teşkil etmiştir.

14-19 Mayıs 1915 günleri, güney cephemizdeki karşı taarruzumuzu desteklemek amacıyla; düşman çıkarma gemileri ve ordugahı bombalanmış Mayıs ayı başından itibaren sabit balon ile boğaz gözetlemesi ve topçu atış tanzimi ve birliklerimizi taciz eden manika balon gemisine taarruzlar yapılmış, her hava hücumunda gemi, balonunu toplayıp yer değiştirmek zorunda bırakılmıştır. Böylece bugün “yakın hava desteği” olarak bilinen görev tipinin basit bir uygulaması yapılmıştır.

25 Haziran’da; Arıburnu bölgesindeki düşman karargahı üzerine propaganda amacıyla 300 adet ingilizce yazılı bildiri atılmıştır. Bu görev, hava gücünün psikolojik harpte kullanılmasına ilişkin güzel bir örnektir.

30 Kasım 1915’te ise, Üsteğmen Ali Rıza, Teğmen Orhan’la beraber, Çanakkale girişinde karaya oturmuş bulunan bir düşman kruvazörüne taarruz etmek için görevlendirilmiştir. Tam bu esnada bir düşman uçağının yaklaştığı görülmüş ve yapılan hava muharebesinde Üsteğmen Ali Rıza, Fransız uçağını makinalı tüfek ateşiyle düşürmeyi başararak Türk havacılık tarihine ilk düşman uçağını düşüren pilot olarak geçmiştir.

Kaynak-Popüler Tarih Dergisi

CEVDET SUNAY (1899-1982)


Orgeneral Cevdet SUNAY, 1899 yılında Erzurum'da doğmuş, Kuleli Askerî Lisesinde öğrenci iken, 7 Temmuz 1917 tarihinde orduya katılmıştır.

73'üncü Topçu Taburu Bataryasında subay adayı iken 1917 yılında İngilizlere esir düşmüş, 1919 yılına kadar esaretini Mısır'da geçirmiştir. Esaret dönüşü, 2'nci Kolordu Topçu Yaveri iken 1 Ocak 1921'de Anadolu'ya geçerek, Millî Orduya katılmıştır. Çeşitli birliklerde Batarya Takım ve Batarya Komutanlığı yaptıktan sonra Yüzbaşı rütbesi ile 1 Kasım 1925 - 7 Ağustos 1926 tarihleri arasında Harp Okulunda, 11 Ağustos 1926 - 31 Ocak 1927 tarihleri arasında ise Topçu Okulunda tahsilini tamamlamıştır.

1949 yılında Tuğgeneralliğe terfi etmiştir. Tuğgeneral rütbesi ile 3'üncü Zırhlı Tugay Komutanlığı ve Genelkurmay Harekât Daire Başkanlığı yapmış, 1952 yılında Tümgeneralliğe terfi etmiştir. Tümgeneral rütbesi ile Genelkurmay Harekât Daire Başkanlığı ve 33'üncü Tümen Komutanlığı görevlerinde bulunmuş, 1955 yılında Korgeneralliğe terfi etmiştir. Korgeneral rütbesi ile 9'uncu Kolordu Komutanlığı, Genelkurmay Harekât Başkanlığı ve Genelkurmay II'nci Başkanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1958 yılında Orgeneralliğe terfi etmiştir. Orgeneral rütbesinde Genelkurmay II'nci Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevlerini yürütmüş, 2 Ağustos 1960 yılında atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden 15 Mart 1966 tarihinde kendi isteği ile emekli olmuştur.

1966-1973 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin 5'inci Cumhurbaşkanı olarak görev yapmıştır. Harp Madalyası ve İstiklal Madalyası sahibidir. 22 Mayıs 1982'de İstanbul'da vefat etti.

Kaynak-Gnl.Kur.Başk.lığı

Muhittin AKYÜZ (1870- 1940)

Muhittin Akyüz; 1870 yılında İstanbul'da dünyaya geldi.1888 yılında Harp Okulu'nu bitirdi ve Teğmen rütbesiyle Harp Okulu'nda öğretmen yardımcılığına başladı. 1897 yılında Türk-Yunan Harbi'ne de katıldı harpten sonra tekrar Harp Okulu'nda öğretmenliğe döndü . Öğrencilerine padişah I. Abdülhamid aleyhinde görüşler aşıladığı gerekçesiyle 1905 yılında rütbesi geri alınarak önce Fizan'a, ardından Diyarbakır'a ve Erzurum'a sürüldü.

1908 yılında, II. Meşrutiyet'in ilanı ile gelen af dolayısıyla rütbelerini geri aldı ve önce Deniz Mektebi'ne müdür oldu, sonra Harbiye Bakanlığı Piyade Dairesi 1. Şube Müdürlüğü'ne atandı. 1909 yılında Mahmut Şevket Paşa’nın yaveri oldu, aynı yıl Beyoğlu mutasarrıflığına atandı. Beyoğlu mutasarrıflığı yaptığı dönemde İttihat ve Terakki üyesi Fuat Bey'i (Fuat Balkan) bir spor külübü kurmaya teşvik etmiş, kuruluşunu hızla onayladığı Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü'nün kurucuları arasında yer almıştı.

Muhittin Bey, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı'na katıldı. 1912 yılında albay, 1916 yılında mirliva (tümgeneral) oldu. I. Dünya Savaşı sırasında Aralık 1916-Şubat 1919 yılları arası Hicaz Kolordu Komutanı olarak görev yaptı. Savaşın sonunda İngilizler tarafından tutsak edilip Mısır'daki esir karargahına götürüldü. 9 Eylül 1920'de esaretten döndü ve milli mücadeleye katılmak üzere Ankara'ya geçti.

Kurtuluş Savaşı'nda Kasım 1921'e kadar Kastamonu ve Bolu havalisi komutanı, 1 Kasım 1921 - 7 Ekim 1922 arasında Adana ve havalisi komutanı olarak savaşta rol aldı. Adana ve civarını Fransızlar'dan teslim aldıktan sonra şehrin kumandanı ve valisi oldu.

7 Ekim 1922'de Tahran büyükelçisi, 1925'te Kahire büyükelçisi olarak görevlendirildi. 7 Ekim 1928'de askerlikten emekliye ayrıldı ve Dışişleri Bakanlığı kadrosuna geçti. 1931'de Kars milletvekili olarak seçildi.

İstiklal Madalyası sahibi olan Muhittin Akyüz, 3 Ekim 1940 günü hayatını kaybetti.

KÜÇÜK OSMAN

Çukurovalı 14 yaşındaki Osman'ın destanlaşan çocuk kahramanlarımızdandır. Fransızlara karşı verilen mücadele de yaptığı kahramanlığı tarihçiler şöyle anlatır: 

“Türkler tarafından Toroslarda sıkıştırılan tam teçhizatlı Fransız müfrezesi kagir bir binaya sığınır. Günler geçmesine rağmen bina ele geçirilemez. Fransızlara yardım gelmesinden korkulur ancak askerler binadan çıkarılamaz. Bu sırada 14 yaşındaki Osman, gece karanlığında gaz yağı tenekesiyle çatıya tırmanır ve binayı ateşe verir. Kargaşa içinde dışarı çıkan Fransız askerler ele geçirilir.”

Olayın kahramanı Osman’ın akıbeti bilinmiyor ancak, bir müfrezeyi bir çocuğun alt etmesi tarihteki yerini alır.

Kaynak- İsmail Habib Sevük

CEPHANE TAŞIRKEN ÇIĞ ALTINDA KALDILAR


İran sınırında Ruslara karşı savaşan tümen cephanesiz kalınca Van’dan istenen yardım sonrası yaşları 12-17 arasında değişen 80’i öğrenci 120 çocuk, yatak çarşaflarından ve perdelerden kesilerek yapılan torbalara konulan mermileri sırtlarına bağlayarak yanlarındaki jandarma erleri ile cepheye doğru yola koyulur.

Aşırı soğuğa rağmen yol alan çocuklardan, dağı aşarken yakalandıkları fırtına sonrası haber alınamayınca arama çalışması başlatılır ve çığ altında kaldıkları belirlenir.

Çocuklardan 38’i ile 3 jandarma çığ altından son anda kurtarılırken, 82 çocuk ile diğer jandarma erleri şehit olur.

Kaynak- Prof. Dr. Konukçu

CEPHEDE ERZURUMLU ÇOCUKLAR

1. Dünya Savaşında binlerce askerin donarak şehit olduğu Sarıkamış Harekatının yapıldığı günlerde cephedeki askerlerin iaşe sorunu baş gösterir. Galip Paşa'nın “yiyecek yetiştirin” şeklindeki telgrafları üzerine dönemin Erzurum Valisi Tahsin Bey çaresizlik içindedir. İlk hamlede toplanan 150 bin kilo buğdayın 90-95 kilometre uzaklığındaki cepheye ulaştırılması için çareler aranır.

Vali Tahsin Bey, cepheye yiyeceklerin çocuklar tarafından taşınabileceği fikri üzerine harekete geçer. Durum okullara, muhtarlara bildirilir. Bir gece Amerikan bezlerinden 30 kiloluk bini aşkın torba dikilerek unla dolduruldu. 


Sayıları bine yaklaşan henüz çocuk yaştaki gençler, Hükumet Konağı önünde toplanarak, cepheye kadar taşıyacakları unları sırtlar, aşırı soğuğa rağmen, cepheye yiyecek yetiştirecek olmalarının gururu ile  yola çıkar ve yiyecekler yerine ulaştırırlar.

Kaynak- Prof. Dr. Konukçu

KUMKALE ŞEHİTLERİ




Dünyaya insanlık dersinin verildiği o büyük savaşta Kumkale Köyünün savunması Ethem Çavuş ve 14 arkadaşına verilmiştir.

Savaş tüm şiddetiyle devam ederken düşman büyük zayiat verir. Çatışmanın biraz dindiği an Ethem Çavuş etrafına bakar. 14 arkadaşının 14'ü de şehit olmuştur. Ellerini semaya kaldırıp "ölmez gazi olursam arkadaşlarıma şehitlik yaptıracağım" deyip yemin eder. Tarih 30 nisan 1915' dir.

Savaş biter ve Ethem Çavuş gazi ünvanlıyla memleketi Edirne'ye döner. Zamanla hali vakti iyi olur ve hacca gider. Hac ibadetini de yerine getiren Ethem Çavuş bir gece rüyasında arkadaşlarını görür. Arkadaşları şehitlik sözünü tutmasını söyler. Ethem çavuş ter içinde aynı rüyayı arka arkaya 3 gece görür ve artık dayanamaz.

Çanakkale'ye gitmenin planlarını yaparken o günlerde Kırkpınar deve güreşlerinin olduğunu hatırlar ve bir Çanakkaleli bulma umuduyla güreşlere gider. 2 Çanakkaleli bulur, tanışırlar.

Ethem Çavuş;

- "Kumkale'ye (köyünüze) gelsem beni misafir eder misiniz?" der.

-"Başımızın üstünde yerin var" cevabını alır almaz beraber yola çıkarlar.

Ethem Çavuş rüyasını 2 arkadaşa anlatır. Ellerinde kazmalar Ethem Çavuşun elleriyle gömüp işaretlediği arkadaşlarının mezarlarını ararlar. Tabi aradan yıllar geçmiş ve arazide değişmeler olmuştur. Günlerce aradıktan sonra Ethem Çavuş umudunu keser ve sabah evine dönmeye karar verir.

Akşam kahvede aynı sohbet yapılırken karşı masada oturan köylü konuşmalara kulak misafiri olur. Masaya gelip;

- "Çavuş benim tarlada bir çınar ağacı var. Ne zaman kesmeye niyetlensem hep bir aksilik olur. Ya testere kırılır ya bir işim çıkar. Sen yarın da gitme bir de benim tarlaya bakalım" der.

Ethem Çavuş bu konuşmadan sonra ikna olur ve gitmekten vazgeçer. Sabah erkenden bahsedilen tarlaya giderler. Ethem Çavuş adım adım hesaplar ve "burayı kazalım" der. Kazmaya başlarlar.

Herkesi bir anda heyecan ve hayret kaplar.14 şehit, vurulduğu gün gibi tertemiz elbiseleriyle yatmaktadır, tenleri sıcacıktır. Ardından olay jandarmaya intikal eder.

Gerekli hazırlıklardan sonra 1983 yılında Kumkale Şehitliği yapılır.

Kaynak-Çanakkale Belediyesi

İLK CUMHURİYET SEDASI ERZURUMLU ÇOCUKLARDAN GELDİ


  
Erzurum Kongresi’nin yapıldığı günlerde Atatürk, Erzurum’un Köşk adlı mesire bölgesinde, Erzurumlularla sohbet ederken, Albayrak okulu öğrencileri buranın önünden geçer ve; ‘İdaremiz cumhuriyet olmalıdır’ şeklinde bağırırlar.

Bu Atatürk’ü çok duygulandırır ve mutlu eder. Yeni kurulacak devletin idare şeklini korkusuzca ilk ifade eden Erzurumlu çocuklar olmuştur.

Kaynak- Prof. Dr. Konukçu

3 Kasım 2012 Cumartesi

Mürsel BAKÜ (1881-1945)


Mürsel Bakü; 1881 yılında Erzurum'da doğdu. 1904'de Harp Akademisi'ni bitirdi. I. Dünya Savaşı sonundaki dönemde Batum'da 5. Kafkas Piyade Tümeni komutanlığı yaptı.

Eylül 1918'de Nuri Killigil Paşa'nın komutasındaki Kafkas İslam Ordusu ile Bakü Muharebesi'ne katılarak, Bakü'nün Ermeni Taşnak'larından ve Bolşevik'lerden kurtulmasını sağladı.  28 Mayıs 1918'de kurulmuş olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti hükümetinin sancağını, Bakü'de göndere çekerek,  hükumetin Gence'den Bakü'ye taşınmasını sağladı.

Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminde İngilizler tarafından tutuklandı ve Malta sürgünleri arasında yer aldı. Dönüşünde Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Büyük Taarruz'da Mirliva olarak (günümüzde tuğgeneral ile tümgeneral rütbelerine eşit askeri rütbe)  1. Süvari Tümeni'ne komuta etti.

Mürsel Bakü; 9 Eylül 1922 sabahı, 1. Süvari Tümeni'nin komutanı olarak İzmir'e ilk giren Türk generali ve birliklerin komutanıdır.

Cumhuriyetin ilanından sonra da 7. Kolordu Komutanlığına getirilerek, Şeyh Said İsyanının bastırılmasında hizmeti olan Mürsel Bakü, TBMM’de  8. Dönem  Kocaeli milletvekilliği yapmış ve 1945 yılında  İstanbul'da vefat etmiştir.  

  

1 Kasım 2012 Perşembe

YADİGAR-I CİHADİYE (1332 Cihadiye)



Çanakkale Gelibolu Yarımadası’ndaki savaşlarda, canı ve kanı pahasına vatanını savunmak için mücadele ederken yaralanan binlerce asker, hastanelerin yetersiz kalması üzerine, İstanbul’daki hastanelere götürülüyordu. İstanbul hastanelerinde hasta bakıcı ve hemşire sayısındaki eksiklik, yaralıların bakımını yetersiz kılıyordu. Bakıcı bulmakta zorlanan İstanbul Sıhhiye Müdüriyeti , tüm ailelere çağrı yaparak, hastanelerde gönüllü görev yapacak hemşire ve hasta bakıcı aramaya başladı. Çağrının kısa sürede tüm İstanbul’da duyulmasının ardından binlerce gönüllü Türk kadını, evlerinden getirdikleri yardım malzemeleriyle hastanelerde görev aldı.

Savaşın sonunda Sıhhiye Müdürüyet-i Umumiyesi (Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü),  görev alan tüm kadınlara vefa borcunu ödemek istedi. Ancak yapılan para teklifini gönüllüler “Biz vatanımız için canımızı feda etmeye hazırlanmıştık’’ diyerek kabul etmediler. Bu hizmeti gönüllü yerine getiren Türk kadınlarına  bir ‘şeref nişanı’ takdim edilmeliydi. Bunun üzerine yetkililer, ordu depolarında ki esir  İngiliz tüfeklerinin namlularını keserek, üzerinde ‘’1332 Cihadiye’’ yazılı yüzükler imal etti. Bu yüzükler daha sonra tüm gönüllü Türk kadınlarına armağan olarak dağıtıldı.  

Kaynak-canakkalevakfi.org.tr