29 Aralık 2015 Salı

ATATÜRK VE BULGARİSTAN


İnönü, Rusya seyahati dönüşü, Bulgaristan elçiliğimizde mahsur kaldı . Bulgar çeteciler İnönü'yü öldürmek için elçiliğimizi kuşatmışlardı . Bulgaristan'a ihtar verildi ama, hükümeti umursamadı .

Ankara'daki bazı kafalar çareler düşündüler. İşin içinden çıkamadılar. Atatürk'e sordular .  

-"Sizler ne düşünüyorsunuz"?, diye sordu.

-"Bulgaristan'a ekonomik baskı uygulayalım " dediler.

Atatürk, güldü : 

-" Telefonu verin bana ", dedi.

Donanmaya emir verdi .  Ertesi sabah, Yavuz zırhlısı İzmit'ten Varna'ya gitti  . Limanda havaya yüz bir pare top atışı yaptı . Topların gürültüsünden evlerin camları kırıldı. Gemi Komutanı Bulgar yetkililere;

- " İsmet Paşa'yı almaya geldim ", dedi.

Bulgar hükümeti, İsmet Paşa'yı Sofya'dan Varna'ya zırhlı bir trenle derhal getirdi . Oradan da bando ve merasimle Yavuz'a uğurladı. Amiralimiz, kırılan camların parasını ödedi . İsmet Paşa'yı yurda getirdi .

Kaynak: Avni Altıner, "Her Yönüyle Atatürk"

15 Aralık 2015 Salı

TUNA ÜSTÜNDEKİ SES


Edebiyatçı yazar İsmail Habib (SEVÜK) ile ATATÜRK bir edebiyat tartışmasına girerler. Tarih Ekim 1932 dir.  ATATÜRK İ.Habib’den “bize hiç içinde Arapça Acemce kelime olmayan saf Türkçe bir Koşma yaz ve bunu burada oku” der. Hemen orada bir odada birkaç dakika içerisinde o dönemin genç şairlerinden birisinin bir şiirini alan İsmail Habib bu şiirden bir uyarlama yapar. ATATÜRK’e gelerek hazırladığını söyler. Şiiri inceleyen ATATÜRK “olmamış” der. “Al eline kalemi kağıdı. Tuna’yı ben fikren dikte ettireceğim. Onları sen bir şekle koyacaksın” der. İşte bu şiir denilen şey İsmail Habib’in önceki hazırladığı şiir üzerinde ATATÜRK’ün dikte ettirdiği fikirdir. Üstelik bu kadar kısa değildir. Bu yazıda muhteşem bir birikim ve tarih bilgisi yansımaktadır. Bunu bir şiir olarak değil tamamını değerlendirdiğimizde ATATÜRK’ün tarih ve edebiyat birikimi ve kültürü anlaşılacaktır. Bu çok önemli tarih ve kültür birikiminin doğrusunu ve tamamını yazıyorum.

TUNA ÜSTÜNDEKİ SES

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna yalıları Türk diyarıdır.
Ne vakitten beridir diyemem bilemem
Bilinen tarihler bilemez bunu
Onun söylenmesi asıl tarihe kaldı.
Odur söyleyecek doğrulukları.
Dinleyin sesini asıl tarihin:
Eğri tarihi gömüp doğru tarihe gidin!

Nehirlerdir Türk’ün şaşmaz mühendisleri,
Her nehir Türk’ü bilir ve Türk bilir her nehri,
Tuna’nın kıyısından gitti eski Türk,
Geçti eski Türk, Tuna’yı da yararak,
Kaç defa, hangi defa sormayınız nafile,
Bilemez tarih bile.
Tarih güdük, sökün büyük,
Sayılmaz, sayılmaz bu sökün:
O kadar çok Tuna’dan geçtiği günlerde Türk’ün.
Tuna’nın üstü, Tuna’nın altı,
Olmuştu daima Türk’ün vatanı,
Tuna’ya ruh oldu, Tuna’da yatan Türk,
Tuna yalnız vatan değil, yeni vatanlara
Türk’ü götüren eski bir yoldur Tuna
Türk o yolla gitti batı eline,
Orada rastladı binbir ellere.
Hepsini yapmak istedi adam,
Gerçi çok muvaffak oldu çabalayışta.
Fakat kendisi çekildi Alp’ler üstüne!
Gördüğü manzara garipti O’nun;
Çok “insanım” diyenler adam olmuştu,
Alp’ler tepesinde Türküm diyenler,
Adam olmayanlara hayret ettiler!
Onlar biziz biz onlarız;
Onlara bağırdan bağırarak taparız,
Türkler atalarına taparlar,
Onlar biziz, biz onlar:
Doğudan gelen biz, batıda yine biz,
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
  
“Tuna Üstündeki Ses”i ve asıl bu anlamlı sesi kendisine dikte ettiren ATATÜRK’ü kasdederek şiiri değerlendiren İ.H.SEVÜK “nazım değil, nesir değil, bambaşka bir eda. Adeta Tuna’dan coşarak gelen bu sözler kulağımda ayrı bir ses, kafamda başka bir genişlik, dimağımda yeni ufuklar açtı” der.
ATATÜRK’ün bu şekilde dikte ettirdiği başka yazıları da vardır. 24 Ekim 1933 tarihinde Ankara Musıki Muallim Mektebi’ne gelerek;

“-Çocuklarım, şimdi size bir mısra söyleyeceğim. Bunun devamını beraber yazacağız. Meydana gelen güfteyi hemen besteleyip bana söyleyeceksiniz” der. 

ATATÜRK’ün yönlendirmesiyle sonuçta şu güfte çıkar:

 Büyük karakterli Türk, çalışır yorulmazsın.
Zekan cihandan büyük,müsbet ilme bağlısın.
Güzel san’at sevgisi, yüreğine ateştir:

Türk’ün büyük ülküsü, bu dünyaya güneştir!

26 Kasım 2015 Perşembe

ATATÜRK VE UÇAK


'Yıl 1934, Cumhuriyet Bayramı törenlerindeyiz. Yer, Ankara Orduevi. 29 Ekim gecesi düzenlenen baloya, Irak Hava Kuvvetleri'ne bağlı subaylar da katılmıştır. Etrafında havacılar olunca Atatürk'ün de havacılıkla ilgili hatıraları coşmuş ve başlamıştır anlatmaya:

"1910 yılınydı. Ali Rıza Paşa ile birlikte Fransa'daki Picardie manevralarına davet edilmiştik. Manevra sonunda, daha çocukluk çağında olan uçaklarla gösteriler yapıldı. Bundan sonra, manevraya katılan yabancı subaylardan isteyenlerin bu uçaklara bindirileceği bildirildi. Ben de hemen uçaklardan birine doğru yöneliyordum ki Ali Rıza Paşa bileğimden tuttu ve:

-Bilmediğin aş, ya karın ağrıtır, ya baş, diye beni uyardı. Uçağa, benim yerime bir başka ülkeden bir subay bindi. Bu uçak, havada bir dönüş yaptıktan sonra düşüp yere çakıldı. Ölümden kurtulmuştum."

Atatürk'ün uçağa hiç binmediğini, rahmetli Sabiha Gökçen, güvenlik nedeni ile hükümetin izin vermemesini neden göstererek bir sohbetimizde teyit etmişti."

Kaynak:General Celal Erikan, "Komutan Atatürk adlı kitaptan.

24 Ekim 2015 Cumartesi

BILDIRCIN

Atatürk’e bir gezisinde, Şile’de bıldırcın hediye ettiler. Pencereleri kapattıktan sonra bıldırcını salmalarını söyledi. Kuş dönüp dolaştıktan sonra O’nun önüne kondu, okşamasına da ses çıkarmadı. Atatürk, bıldırcının kafese konularak köşkde beslenmesini istedi. Üç gün sonra bıldırcın bir kediye yem oldu. Atatürk’e bu olayı O’nu üzmemek için, bıldırcın açık kafesten kaçtığı şekilde anlattılar. Atatürk bu küçük dostu unutmadı. Ömrünün sonuna kadar bıldırcın eti yemedi.

Kaynak: Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar

Türk, Kendi Düşer, Kendi Kalkar!

Fransızlarla Hatay konusunda anlaşma yapıldığı günlerden biriydi. Atatürk'ün , Hatay’dan dönüşünde Eskişehir’de şereflerine  bir şölen verildi. Atatürk son derece neşeli ve heyecanlıydı. Yenildi, içildi. Milli oyunlara başlandı. Atatürk bir aralık büsbütün coştu. Zeybek havasına kendisini kaptırdı. Ayağa kalkarak oynamaya başladı. Coşkunluğu o dereceyi bulmuştu ki dizini yere vururken bir aralık sendeledi. Halk, onu kucaklayıp kaldırmak istedi. İşaretle onları durdurdu. Ve:

-“Türk, kendi düşer, kendi kalkar...” diyerek, zemberek gibi yerinden fırladı. 

Kaynak: Ahmet Niyazi BANOĞLU , Nükte ve Fıkralarla Atatürk.

15 Eylül 2015 Salı

KIRK PARA

Bir gün Türk Hava Kurumu’nun Genel Yönetim Kurulu toplantısında Başbakan İsmet İnönü hesaplarda eksik çıkan kırk paranın (bir kuruş) hesabını sorar ve saatlerce araştırma yaptırarak olayı çözer. Bunun yorgunluğu ile geldiği köşkte olayı Atatürk’e anlatır. ‘Haklısın. Kırk para günün birinde kırk lira, kırk lirada dört yüz lira olur. Bu da giderek büyür halkın ağzında. Böyle kuruluşlara olan güveni sarsar. Biz Cumhuriyeti kurarken böyle kırk paralara çok ihtiyacımız oldu’ sözleri ile İnönü’ye hak verir.

ATATÜRK VE ATI


Çanakkale ve Kurtuluş savaşında birlikte oldukları atı hastalanmış ve artık hiçbir umut olmadığı söylenmiştir Mustafa Kemal Atatürk’e.

Atının yanına gelerek, cebinden çıkardığı mendili ile atının ağzındaki köpükleri siler, başını ve boynunu okşar. Veteriner Atatürk'e bir silah uzatarak atının daha fazla acı çekmesine izin vermemesi gerektiğini söyler. Atatürk silahı doğrultur, birkaç saniye bekler ve gözlerinden yağmurdan beter yaşlar boşalmaya başlar:

-“Alın! Alın götürün hayvanı buradan. Çok uzaklara götürün. Açı çekmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun. Ben düşmanlarımı bile böyle vurmamışımdır. Bana bunu yaptırmayın” diyerek uzaklaşır.

ÖĞRETMENLERE SAYGI DUYMAYA MECBURUZ

Atatürk’ün manevi kızları, Sabiha, Rukiye ve Zehra Çankaya'da köşkün bahçesindeki ilkokula giderler, akşamları Atatürk’ün yaptığı sınavlarda üçü de hiçbir soruya doğru yanıt veremez. Atatürk yaptığı kısa araştırmada, derste sıkılan kızları bahçeye oynamaya çıkaran öğretmenin buna neden olduğunu anlar, okulun öğretmenini değiştirir. Yeni öğretmen disiplinlidir, ders ve ödevler hiç bitmez. Kızlar her ne kadar akşamları Atatürk’ün yaptığı sınavlarda artık tüm soruları biliyor olsalar da mutlu değillerdir ve eski öğretmenlerinin, onunla birlikte de rahat öğrencilik günlerinin geri gelmesini isterler. En sonunda Sabiha ve Zehra, öğretmenlerine isyan bayrağı açar, hiçbir ödevi artık yapmayacaklarını söylerler. Ancak öğretmenleri;

-"Bu millet sizi okutabilmek için nelere katlanıyor biliyor musunuz? Şunlara bakın hele! Savaş görmüş bir milletin çocuklarına benziyorlar mı? Derhal okulu terk edeceksiniz. Ve bir daha da buraya ayak basmayacaksınız"diyerek kızları okuldan kovar.

Kızlar iki gözleri iki çeşme Atatürk’ün yanına gelir ve yaşadıklarını anlatırlar. Atatürk;

-"Çok fena bir şey yapmışsınız! Bu hareketinizi hiçbir zaman affetmeyeceğim. Öğretmene karşı gelinmeyeceğini, gelinemeyeceğini öğrenmelisiniz!" sözleri ile kızlarını payladıktan sonra yaverine döner:

-“Şimdi hemen okula git. Öğretmenlerine tarafımdan teşekkür et. Bize kendisi gibi gerçek eğitimcilerin lazım olduğunu söyle, kızları da birlikte götür. Öğretmenlerinin ellerini öperek af dilesinler. Lütfen derslere aynı tempo ve ciddiyetle devam etsin. Öğretmenlik kutsal bir meslektir. Bu meslek sahiplerine saygı duymaya mecburuz. Kim olursak olalım mecburuz” der.

3 Eylül 2015 Perşembe

2 Eylül 2015 Çarşamba

SAKARYA SAVAŞI'NDAN DÖNÜŞ


Sakarya Meydan Savaşı Türk Ordularının zaferi ile sona ermiş, Gazi Ankara'ya dönmektedir. Yirmi gün büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yaşayan Ankaralılar, muzaffer Başkomutan için bir karşılama töreni düzenlerler.

Ankara garından başlayarak şehre doğru yolun iki yakasında sıra ile dizilen hükümet ve meclis üyeleri, memurlar, öğrenciler, esnaf ve halk, Gazi geçtikçe alkış tutup arkasına katılarak büyük bir alay halinde ilerlemektedir.

Meclis binasının önüne gelindiğinde Gazi alayın başında bulunanların yukarıya doğru yol almakta olduğunu fark eder! Meğer bu tören şöyle düzenlenmişti: Toplu olarak Hacı Bayram Veli'nin türbesine gidilecek, onun maneviyatının yardımıyla(!) kazanılan bu büyük zafer için dua edilecek, sonra Meclis'e dönülerek nutuklar okunacaktır.

Gazi:''Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! '' deyip doğruca Meclis binasına sapar.

Atatürk yıllar sonra bu olayı şöyle tasvir eder: ''Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilir.Ama ben yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların ''maneviyatı'' olmayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum!”

30 Ağustos 2015 Pazar

28 Ağustos 2015 Cuma

İSİMLERİYLE GÜNEŞİ YÜKSELTENLER ANITI

Ülkemizde terörle mücadele ederken Şehadet mertebesine erişmiş evlatlarımız için, Hakkari Dağ ve Komando Tugayına hakim olan meyilli Anıt Tepe üzerine,  1995 yılında  dönemin Hakkari Dağ ve Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Osman Pamukoğlu tarafından yaptırıldı. 

Anıt; 11 metre yüksekliğinde iki ana kolon tarafından kavranmış Türk Bayrağı ve mermer gövdesi üzerine kazılmış;  11 yıl boyunca şehit düşen 28 subay, 21 astsubay, 574 er ve erbaşın ismi,  rütbesi,  adı, baba adı, doğum tarihi, memleketi, şehit olduğu yer ve şehit olduğu zaman ile onları ölümsüzleştirmiştir.

Anıtın üzerinde istiklal marşımız ve Şehit Jandarma Komando Onbaşı Zekeriya Gözyuman'ın  şehadetinde üzerinden çıkan “Komando Olmak Onurumdur” şiiri de işlenmiştir. Anıtın muhtelif yerlerinde ulu önder M.Kemal Atatürk'ün vecizeleri de bulunmaktadır.

KOMANDO OLMAK ONURUMDUR

Olur ya bir çatışmada ölürsem,
Arkamdan yas tutmayın,
Bırakın, toprağımda rahat içinde yatayım!

Bedenimden komandomu çıkarmayın,
Onlar benim gururumdur.
Botlarımı çıkarmayın,
Onlar nice yollar aşacak,
Şehit olursam sırat köprüsünden geçecek!

Elimden tüfeğimi almayın,
O benim namusumdur,
Ölünce mezarıma sembol olacak.

Yaramın kanını silmeyin,
Ahirette hesabı sorulacak.

Göğsümden kör kurşunu çıkarmayın,
O benim madalyam olacak.


Zekeriya Gözyuman

9 Ağustos 2015 Pazar

Taksim Cumhuriyet Anıtı



İstanbul'da Taksim Meydanında bulunan anıtın yapılması için dünya çapında bir yarışma düzenlenir. Heykeltıraşlar yaptıkları maketlerle yarışmaya katılırlar ve yarışmayı İtalyan heykeltraş  Pietro Canonica kazanır, iki genç Türk heykeltıraş; Hadi Bara ve Sabiha Bengütaş, İtalyan heykeltraş Pietro Canonica'ya asistanlık ederler, anıt 2,5 yılda taş ve bronz kullanılarak yapılır. Ağırlığı 84 tonu bulan anıt Roma'dan İstanbul'a gemi ile getirilerek, 8 Ağustos 1928'de açılışı yapılır.

Dairesel bir meydanın ortasında yükselen ve bir meydan çeşmesi gibi tasarlanan anıtın iki yüzündeki bronz figürler, geleneksel mimariden esinlenerek oluşturulmuş kemerli taş bir kaide içerisinde yer alırlar.

11 m yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe Trentino ve yeşil Suza bölgesi mermerleri kullanılmıştır. Anıtın bir yüzü  Kurtuluş Svaşını, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye'sini simgeler. Anıtın kuzey yüzünde Mustafa Kemal, askerlerinin önünde görülmekte, diğer yüzünde ise sivil giysileri ile Atatürk'ün yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlenerek genç Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu canlandırılmaktadır.

21 Temmuz 2015 Salı

BİYOGRAFİ ÇALIŞMALARI


Zamanının ünlü biyografi üstadı alman Emil Ludwig 1934’de Atatürk’ün hayatını yazmak için Ankara’ya gelmişti. Eserleri arasında geçmişin ve yaşanılan devrin iz bırakmış nice şahsiyeti vardı.

O günlerde Polonya Cumhurbaşkanı, çok ünlü bir piyanist, bir virtüöz olan Ignas Jan Paderavsky’nin hayatını yazıyordu. Mustafa Kemal kendisini kabul ettiğinde, önce bedeni hususiyetlerini uzun uzun tetkik etmesi genel sekreteri Hikmet Bayur’un dikkatini çekmişti. Nitekim soyu sopu üzerinde bilgiler edindikten sonra Hikmet Bayur’a Ata’nın musiki ve bilhassa keman-piyano ile meşgul olup olmadığını sormuş Bayur’un bu soru üzerine şaşkınlığını görünce şu açıklamayı yapmıştı:

-“İzah edeyim. Atatürk’ün parmakları daha çok bu müzik aletleriyle meşgul olanların bariz hususiyetleridir. Mesela Paderavsky’ninki böyledir. Size rica edeceğim. Bana bir elinin parmaklarını bir kağıda çizer, verir misiniz?”

Atatürk, bu isteğe tebessüm etmiş, daima nazik ev sahibi olarak arzuyu yerine getirmiş, fakat tarihçinin yanlış hüküm vermemesi için şu açıklamayı yapmıştı:

- “Bana ailemde zafer kazanmış büyük kumandanlar olup olmadığını sormuştunuz. Size yoktur cevabını vermiştim. Şimdi parmaklarımı ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerde yadırgadığınızı seziyor gibiyim. Size kestirmeden bir açıklama yapacağım. Eğer, bende bazı fevkaladelikler görüyor ve buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız. Bu ülkenin bütün insanları temelde benzer yapı içindedir. Hatta kusurlarımızda bile... Biz bu aynı kaynağın kök sağlamlığı ile milliyet ve devlet yapısını muhafaza edebilmiş müstesna milletiz. Sadece ben değil, tarihte bu büyük millete sahalarında hizmet edebilmişler varsa, hepsinin ilham kaynağı aynıdır”

Kaynak:Cemal Kutay "Atatürk Olmasaydı"

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ


Erzurum'da Kongre üyelerinin dinlenmesi için hazırlanmış olan çadırlardan birinde bir kaç arkadaş hem çay, kahve içiyor, hem de o günkü ajans haberlerini okuyorduk. Mustafa Kemal Paşa oturum aralarında toplanan bu sohbet gruplarına katılarak üyelerle konuşurdu. Bu şekilde hem üyelerle daha yakından tanışıyor, hem de gelecek oturumlarda konuşulacak işler üzerinde sezdirmeden telkinler yapıyordu. O gün Paşa, bizim sohbet grubumuza geldi. Ajansta, Erzurum'a vali olarak yeni atanmış olan ve bir kaç gün önce sarayda padişah tarafından kabul edilerek kendisine direktif verilen Reşit Paşanın İstanbul’dan hareket ettiği yazılıyordu. Bu haber Mustafa Kemal Paşa’yı düşündürdü. Biraz sonra oradaki arkadaşlara, Reşit Paşa’yı tanıyıp tanımadıklarını ve nasıl bir adam olduğunu sordu. Yeni valiyi içimizden yalnız Süleyman Necati tanıyordu. Reşit Paşa’nın 1328’de Erzurum’da bulunduğunu ve o zaman bile tükenmiş bir ihtiyar olduğunu söyleyerek, Paşa’dan niçin merak ettiğini öğrenmek istedi.

Mustafa Kemal Paşa kısaca, “Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a iade edelim, başımıza iş açmasın” dedi.

Bu sohbet grubu arasında bulunan, eski teşkilatı mahsusa çeteciliğinden ve mollalığından kinaye olarak “Piyerlermit” lakabını taşıyan Rize üyesi Hoca Necati atılarak “Paşam üzülmeyin, icap ederse Kop dağında temizlenir” dedi. Mustafa Kemal Paşa, acı bir infialle, “Hocam ne diyorsun, kutta-i tariklik ederek (yol keserek, haydutluk ederek) adam mı vurduracağız. Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülmez. Vatandaş ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi lazımdır” cevabını verdi. Bu sözler benim üzerimde unutulmaz bir etki bırakmıştı. Çünkü yeni bir anlayışın müjdecisi idi: İnsan hayatına, dokunulmaz en yüksek değer biçiyor, vatandaş hayatına saygıyı, en büyük görev sayıyordu

Mustafa Kemal Paşa, ömrü oldukça bu düşünceye sadık kaldı. Zamanında hükümsüz bir vatandaş cezalandırılmadı. En keskin muhaliflerine sordum. Hiç birisi, bunun aksine bana bir tek inandırıcı örnek gösteremediler. Modern devlet adamı demek, bu demektir.

Kaynak:Cevat Dursunoğlu

ŞARAPNEL PARÇASI


Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi gülleleri büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım.Elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti.Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Beni, kalbimin üzerindeki cebimde bulunan saat korumuştu.

O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı çarpıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumda, kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen koyu bir leke bırakmıştı.


14 Haziran 2015 Pazar

SEFİRE YOL GÖSTERİN

Fransa’nın ünlü sözlüğü Larousse’un 1931 baskısında,  décapiter (kazığa oturtmak) sözcüğüne örnek verilirken. "Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar." Cümlesinin kullanıldığı duyuluyor.

Atatürk bunu öğrenince Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor.  Elçi köşke geliyor, yemekler yeniyor.  Yemekten sonra Fransızca  lisanı hakkında konuşulurken, Atatürk  Larousse’u getirtip elçinin önüne koyuyor ve tabii bir şekilde elçiye bu kelimenin anlamını soruyor. Büyükelçi bildiğini anlatıyor.

Atatürk;

-  "Kelimenin başka bir anlamı var mı?" diye sorunca,

Büyükelçi Larousse’u açarak kelimeyi buluyor ve  işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor. Ancak kelimenin karşısında kazığa oturtmak konusunda verilen örnek cümleye gelince ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk' ün yüzüne bakıyor.

Atatürk;

-"Demek ki biz Türkler bugün de esirlerlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi, öyle mi sayın sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız , bu doğru mu?”

Sefir hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki:

-"Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi'nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok.  Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız."

Atatürk:

-"Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyorsunuz.
Öyleyse ben de yarından itibaren İstanbul'daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum" diyor.

Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor;

-"Ekselans, protesto ederiz " diyor.

 Atatürk;

-"Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?" diyor ve ilgililere dönerek:
"Sefire yolu gösterin" diyerek bir anlamda onu kovuyor.

Fransa’da  hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.

Kaynak- Atatürk’ün Sofraları

CUMHURİYET SAVCISI


Atatürk tarafından "Hukuk Reformu yapmakla"  görevlendirilen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt,  taslağında savcılar için "Cumhuriyet Savcısı"  unvanı kullanır. Atatürk’ünde  katıldığı  "Hukuk Reformu" toplantısında, Mahmut Esat Bozkurt kullandığı Cumhuriyet Savcısı terimi nedeniyle çok tepki alır ve sıkıştırılır:

"Neden sadece savcılara Cumhuriyet Savcısı deniliyor da? Cumhuriyet Başbakanı,  Cumhuriyet Bakanı, Cumhuriyet Müsteşarı,  Cumhuriyet Valisi,  Cumhuriyet Büyükelçisi denmiyor! Neden yalnızca  Cumhuriyet Savcısı? Savcılara neden bu imtiyaz? 

Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt'a;

- "Ne diyorsun?" diye sorar.

Mahmut Esat Bozkurt'un cevabı çok net olur;

-"Çünkü öyle zaman olur ki, cumhuriyeti korumak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, validen, büyükelçiden bile hesap sormak gerekebilir. İşte o hesabı soracak olan Cumhuriyet Savcısı'dır."

Kaynak- Mahmut Esat Bozkurt Anıları

KENDİSİ İLE İLGİLİ BİR DAVADA TUTUMU


Yıl 1935, Urfa Milletvekili Ali Saip, Atatürk'e suikast iddiasıyla yargılanır. Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu'dur; her duruşmadan sonra Cumhuriyet Başsavcısı Baha Arıkan'la birlikte Çankaya'ya çıkar, davanın gidişini ve duruşmayı anlatır. Atatürk her sefer "Meslek görevin neyi emrediyorsa onu yaparsın!" der.

Bir gün Atatürk, Başsavcı Baha Arıkan'ı çağırır ve doğrudan sorar:

-"Ali Saip davasının sonu ne olacak?"

Başsavcı;

-"Mahkemenin kararını beklemek gerek" der demez,

Atatürk  sinirlenir:

-"Mahkemenin kararı ne demek? Mahkemeni de kapatırım, hâkimleri de atarım, seni de atarım!"

Herkes gibi savcı da heyecanlanır, karşısında Atatürk vardır, ama bilir ki  Gazi’nin karşısında doğru konuşulacaktır, doğrusu ne ise o söylenecektir, ayağa kalkar;

-"Mahkemeyi de kapatabilirsiniz, hâkimleri de, beni de atarsınız, ama adınız tarihe Mustafa Kemal olarak geçmez."

Atatürk'ün gözleri yaşarmıştır;

-"Çocuk, ben de senden bunu bekliyordum."

Dava sonuçlanır, Ali Saip beraat eder.

Kaynak-Hasan Pulur
24.05.2008

Milliyet

ATATÜRK VE KUR’AN BİLGİSİ


1926 Yılında, Trabzon'un Kavaklı Meydanı Ortaokulu, birinci sınıfının kapısı açılır ve Atatürk Trabzon’un ünlü din adamlarından Tevfik Hoca ile sınıfa girer. Dersin konusu "Sireti Nebi ve Kur’an’dır.  Atatürk bir öğrencinin Kuran okumasını ister. Bu görev, daha sonra öğretmen olacak olan Hakkı Okan'a düşer.  Atatürk dinler ve okunan suredeki "Semibasir" sözcüğünün "tecvit"teki anlamını sorar. Sonra dersi veren hoca'ya dönerek. "İnşirah Suresi"ni okumasını ve yorumlanmasını rica eder. Sureyi okuyan hoca, sıra yoruma geldiğinde ezilip büzülür;

-“Yanımda meal  yok.” Der.

Atatürk'ün kaşları çatılır.

-"Birkaç satırlık bir sureyi yorumlamak için, meale ne gerek var" der.

Atatürk sureyi "tecvit" kurallarına uyarak kendisi okur. Herkesin anladığı Türkçe sözcüklerle yorumlar.
Ve Vasıf Hoca'ya, bir yanlışlık yapıp yapmadığını sorar.

Hoca mutlu ve hayran cevap verir:

- “Siz Tanrı'nın ulusumuza armağan ettiği eşsiz bir öndersiniz.”


Kaynak-Hakkı Okan

20 Mayıs 2015 Çarşamba

12 Mayıs 2015 Salı

LAPSEKİLİ İBRAHİM VE LAPSEKİLİ HALİL


Çanakkkale, Kocadere Sargıyerine; Lapseki’in Beybaş Köyünden Halil ağır yaralı olarak getirilir, yaralarını kontrol etmek üzere yanına gelen  hekime ısrarla kanlı bir pusula uzatır.

- "Bu pusulayı köylüm İbrahim onbaşıya ulaştırın" diye inler.

Hekim dediğini umursamayarak yaralarına uzanırken Halil onu durdurur ve;

- "Ben… Ben köylüm Lapsekili İbrahim onbaşından 1 Mecit borç aldıydım… Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin." diye ısrar eder.

Hekim onu rahatlatmak için;

- "Sen merak etme evladım" der.

Kanlı pusulaya uzandığı anda Halil Şehid olur. Kısa bir süre sonra, Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler ve notlar hekime ulaştırılır. Hekim gözyaşları içerisinde eşyaları inceler ve kanlı bir pusulaya gözü ilişir, açar, okuyunca hıçkırmaya başlar; 

" Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim."

8 Nisan 2015 Çarşamba

Atatürk ve Öğretmen


Bir gün Mustafa Kemal Atatürk’ün yolu İstanbul Üniversitesine düşer, öğretmen o esnada sınıfa ders anlatmaktadır. Atatürk sınıfa girince, öğretmen kürsüsünü terk eder.

Mustafa Kemal Atatürk:

-"Hayır,yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz! Eğer izin verirseniz ben de sizden faydalanmak isterim. Sınıfa girdiği zaman Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir. diye cevaplar.

Vali ve Öğretmen


1927 yılı Cumhuriyet Bayramı. Kastamonu'da bayram dolayısıyla balo veriliyor. Akşam vali biraz gecikerek salona geliyor. Herkes ayağa kalkıyor ancak genç bir köy öğretmeni valinin geldiğini fark edemeyerek ayağa kalkmakta gecikiyor. Vali Bey onu görüyor Milli Eğitim Müdürünü yanına çağırtıp o öğretmenle ilgili soruşturma açmasını istiyor.

Milli Eğitim Müdürü öğretmenin iyi niyetli olduğunu bildiği için yüzeysel bir soruşturma açtırıyor ve olayı unutturmaya çalışıyor; fakat Vali olayın peşini bırakmıyor. Bu kez de müdür çok zor durumda kalıyor. Vali olayı Bakanlığa yansıtıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı da olayı inceledikten sonra Valinin fazla alınganlık gösterdiği kanısına varıyor. Bu durum görüşülürken Atatürk Bakanlık'tadır. Yetkililer kendi aralarında kısık sesle konuşurken o pencereden dışarı bakmaktadır.

- "Ne oluyor?" diye soruyor. 

Olayı anlatıyorlar:

-"Valiyi hemen görevden alın, yapılacak bu kadar işimiz varken gencecik bir öğretmenle uğraşan biriyle bunların üstesinden gelemeyiz!" diye emrediyor.

28 Mart 2015 Cumartesi

GÜLÜMSEYEN ATATÜRK

13-23 Haziran 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Yunan işgal kuvvetlerine yapılacak harekata hazırlık için Kocaeli bölgesine geldi. Ziyareti sırasında beraberinde birçok gazeteci bulunuyordu. Paşa’nın yaptığı açıklamaları gazeteciler not alıyor, teftiş sırasında fotoğraflar çekiliyordu. Paşa’nın fotoğraflarını çeken Tıbbiye öğrencisi. Muhterem Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın gazetelerde yayımlanan fotoğraflarının sert ifadelerle çekildiğini düşünüyordu. Oysa Mustafa Kemal Paşa güler yüzlü ne neşeli bir mizaca sahipti. Gülümseyen bir fotoğrafı gazetelerde hiç yayınlanmamıştı.

Mustafa Kemal Paşa, Geyve’de bulunduğu sırada, Karaçam bölgesinde kısa bir an teftişe ara verdi. Paşanın bir tarafında Kocaeli Cephesi Kumandanı Halit Paşa, diğer tarafında Cevat Abbas Gürer oturuyordu. Muhterem Bey o sırada Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben;

- ‘Paşam fotoğrafınızı çekmeme izin verir misiniz?’ dedi.

Mustafa Kemal Paşa da;

- ‘Buyurun çekin’ dedi.

Muhterem Bey daha sonra;

- “Paşam bütün fotoğraflarınızda sert ifadelerle poz veriyorsunuz. Sizden rica etsem bu fotoğrafta gülümseyebilir misiniz?’ diye sordu.

Paşanın beraberinde bulunanlar genç tıbbiyelinin teklifini münasebetsizlik olarak gördüler. Asabiliği ile tanınan Halit paşa derhal kaşlarını çattı. Bir anda buz gibi bir hava esti. Herkes Mustafa Kemal Paşa’ya bakıyor ve bu ciddi olmayan teklife nasıl yanıt vereceğini merak ediyordu. Oysa bu teklif, Mustafa Kemal Paşa’nın çok hoşuna gitmişti.

Paşa gülümseyerek;

- ‘Çocuk doğru söylüyor. Tıbbiyeli bu gencimizin arzusunu yerine getirelim.’ dedi.

Üstelik Muhterem Bey’in teklif ettiği bu fotoğrafta kendisinin de çıkmasını istedi ve genç tıbbiyeliyi yanına çağırdı. Fotoğraf Etem Bey tarafından çekildi. Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı sırasında cephede çektirdiği ve basında ilk defa yayımlanan gülen fotoğrafı buydu. Mustafa Kemal Paşa çekilen fotoğrafı çok beğendi. Öyle ki bu fotoğraftan imzalayarak Muhterem Bey’e de hediye etti.”

Kaynak: Prof. Dr Metin Özata’nın 'Atatürk ve Hekimler' adlı kitabı


27 Mart 2015 Cuma

MİSAFİRSİNİZ

İstanbul’un işgal günlerinde; General Harrington ve maiyeti Pera Palas Otelinde, büyük salonunun bir köşesinde otururlarken ayni salonda bulunan Mustafa Kemal dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruştururlar. “Mustafa Kemal” denir.

Onlar için Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşının en ünlü şahsiyetidir. Çanakkale Harplerinde kendilerini Çanakkale önünde düğümleyen komutandır o. Haber göndererek masalarına davet ederler.

Mustafa Kemal’in cevabı hem nazik, hem kesindir:

- "Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir."

16 Mart 2015 Pazartesi

Yenişehirli Müstecip Onbaşı (Kılıçaslan) (1891-1956)


Müstecip Onbaşı 1891 yılında Yenişehir’in Hacıömerdere (Orhaniye) köyünde doğdu. Birinci Dünya Savaşında askere alınarak bahriyede topçu sınıfına ayrılıp, Çanakkale’de Kilitbahir’e gönderildi.  

Müstecip Onbaşı 30 Ekim 1915 tarihinde Kilitbahir’de Çanakkale Boğazını gözetlerken, su üzerinde kulesi görünen Fransız denizaltısı “Turquoise’ı” fark ederek, hedefi kaçırmamak için üslerine bilgi vermeden ve emir almadan açtığı top atışı sonucu, 3ncü atışta denizaltıyı  periskopundan vurarak teslim olmasını sağladı.  


 28 mürettebatı, silah ve teçhizatıyla birlikte teslim olan Turquoise 10 Kasım 1915 tarihinde  “Müstecip Onbaşı” ismi verilerek Türk Donanmasına dahil edildi.

Çanakkale’de  kahramanlıkları ile savaşmaya  devam eden  Müstecip, savaş sonrası Çavuş rütbesinde iken terhis olarak köyüne döndü  ve 10 Mayıs 1956 yılında vefat etti.

13 Mart 2015 Cuma

YABANCILARIN KALEMİNDEN ESKİDEN TÜRKLERDE AHLAK

1-Fransız gezgin (Du Loir) Türkiye’deki seyahat gözlemlerini 1654 senesinde Paris’te yayınlanan “Les Voyages Du Slevr Du Loir” isimli kitabın 188’inci sayfasında:

“Anadolu ve İstanbul bölgesine hakim olan bu memlekette hemen hiçbir cinâyet olayı olmaz; eğer bir-iki olağanüstü durum meydana gelecek olursa, onlar da ya ânî bir olay neticelerinden veyâhut yol kesen haydutların saldırısından ibarettir.”


2- Fransız seyyahı (Grelot)’un 1680 senesinde Paris’te neşredilen “Relation Nouvelle d’un Voyage De Constantinople” isimli kitabının 236’ncı sahifesinde:

“Vaktiyle (İstanbul’da) Romalıların yaptığı gibi halkın hamama gidebileceğini îlân eden çan sesini beklemeye artık lüzum yoktur; Türk hamamları sabahın dördünden itibaren açılır ve ancak akşam sekize doğru kapanır. Bütün bu müddet zarfında hamamda hiçbir zaman hiçbir gürültü ve kavga olmaz. Hiç kimsenin elbisesi yahut kesesi (cüzdanı) çalınmaz ve Lâtin şairi Ovide’in elbiselerini muhafaza için kapıda beklemesini istediği bekçiye de hâcet olmaz.”


3- Prut Harbi esnasında Türk ordugâhında bulunan (A. De La Motraye) nin 1727’de La Haye’de neşredilen “Voyages En Europe, Asie et Afrique” isimli iki ciltlik eserinin birinci cilt sahife 258’de:

“Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nâdirdir. Ben Türkiye’de takriben ondört sene kaldığım halde, bu müddet zarfında, hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası kazıktır. Ben bu memlekette geçirdiğim müddet zarfında yalnız altı (6) haydudun kazıklandığını işittim. Onlar da hep Rum cinsindendi. Türkiye’de yankesicinin ne olduğu mâlûm değildir (bilinmez). Onun için ceplerin el çabukluğundan korkusu yoktur.”


4- 18’inci asırda İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunmuş ve Türk-İslâm düşmanlığı ile şöhret yapmış olan (Sir James Porter) 1769’da Londra’da neşredilen ve “Observation Sur La Religion, Les Loix, Le Gouvernement Et Les Moevrs Des Turcs” ismiyle Fransızcaya tercüme edilen iki ciltlik kitabının ikinci cilt, 51-53’üncü sahifelerinde:

“Türkiye’de yol kesme vak’alarıyla ev soygunları ve hattâ dolandırıcılık ve yankesicilik vak’aları âdetâ meçhûl (bilinmez veya yok) gibidir. Harb halinde olsun, sulh halinde olsun, yollar da evler kadar emindir. Bilhassa ana yolları takip ederek, tekmil imparatorluk arâzisini en mutlak bir emniyet içinde baştan başa katetmek her zaman kaabildir. Daimî bir seyr-i seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuatın fevkalâde azlığına hayret etmemek mümkün değildir. Bir çok yıllar içinde ancak bir tek vak’aya tesadüf edilebilir...
Türklerin ceza korkusundan daha yüksek bir sebepten dolayı suç işlemekten çekinmekte olmaları lâzım gelir. O kadar geniş bir memlekette İmparatorluğun bir ucundan öbür ucuna bir çok yollardan gidebildiği için yakayı ele vermeksizin hırsızlık da yapabilir, adam da öldürebilir. O takdirde mücrimlerin uzak bir vilâyete ilticâ etmeleri işten bile değildir ve beşer basiretinin bu gibi hareketlere mâni olmak imkân ve ihtimâli yoktur...
Şurası muhakkaktır ki, İstanbul’da Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vak’aları son derece nâdirdir. İstanbul’da huzur ve emniyet içinde yaşamak ve kapılarını hemen her zaman ardına kadar açık bırakmak mümkündür.”


5- 3. Ahmed devrinde Türkiye’ye iltica eden ve Osmanlı Devletinde hizmet eden Fransız generallerinden (Comte de Bonneval) 1740 tarihinde Franckfort’ta basılan “Anecdotes veniflenneset Turques ou nouveaux memoires du comte Bonnecal” isimli eserin birinci cilt 215’inci sahifesinde:

“Haksızlık, mürâbahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında âdetâ meçhûl cinâyetlerdir. Hâsılı, ister vicdânî bir akibeden, ister ceza korkusundan mütevellid olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.
Bu memlekette yaşayan Hıristiyanlar ve bilhassa Rumlar öyle değildir. Sık sık çarpıldıkları cezâlara rağmen bunlar Hıristiyanlığın safvetini ihlâl eden bir ahlâksızlık içinde yaşarlar. Frenklere gelince, ben kendimi onların harekâtı hakkında mutlak bir sükût ile mükellef biliyorum. Bu mevzuun tetkiki pek eğlenceli olabilirse de, o hususta ağız açmamayı tercih ederim.”


6- Azılı Türk ve İslâm düşmanı olduğu halde (Avukat Guer) 1747’de Paris’te neşredilen iki ciltlik “Moeurs et usages des Turcs” eserinin 2’inci cilt, 188’inci sahifesinde:

“Gerek İstanbul’da, gerek Osmanlı İmparatorluğunun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve âsâyiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak sûrette ispat etmektedir ki, Türkler hiç bir zaman görülmemiş bir derecede medenîdirler...”


7- Fransız müelliflerinden (A. L. Castellan) 1811’de neşredilen “Lettres Eur la Frece L’H ellespont et Constantinople” isimli eserinin ikinci cilt 221’inci sahifesinde:

“İstanbul’da gündüz olduğu gibi geceleyin de insan hiç bir mürettep taarruz korkusu olmadan dolaşabilir... ”


8- İngiliz müelliflerinden (Charles Mao - Farlane) nin Fransızcaya tercüme edilen 1829’da Paris’te neşredilen “Constantinople et la Turquie” isimli 2 ciltlik eserin birinci cilt 360’ıncı sahifesinde Türkmen kulübesinde geçirdiği geceyi anlatırken:

“O kötü kulübedeki (Türklerin) arasında Avrupa’nın en güzel otelinde olduğu kadar emniyet içinde bulunuyordum.”


9- Fransız doktoru (A. Brayer) İstanbul’da senelerce kalıp 1836 senesinde Paris’te 2 cilt olarak neşredilen “Neuf annees a Constantinople” isimli eserin birinci cilt 196-197’nci sahifelerinde:

“Kur’an daima kardeşçe geçinilmesini tavsiye etmekle, az yemeğe kanaat düsturunu koymakla, şarap vesâir müskirat gibi insanı baştan çıkaran içkileri ve her türlü hevâ oyunlarını menetmekle, kadınların evlerinde oturmalarını ve sokağa örtülü çıkmalarını emretmekle cemiyet hayatı için meş’um olan bu temâyülleri mümkün olduğu kadar imhâ etmiştir.

Tophanenin büyük meydanıyla emsali yerlerde hangi tabakadan olursa olsun bir Müslüman Türk’ün diğer bir Müslüman Türk’e hiddetle baktığı nadir görülür. Fakat küfrettiği, yakasına yapıştığı ve dayak attığı hiç görülmez

Düello ve intiharın ne olduğu meçhuldür (bilinmez). Avrupa’ nın bazı pâyitahtlarında çok büyük polis kuvvetleri bulunduğu halde, cinâyetleri önleyip cânîleri yakalamaya kâfî gelmemesine mukabil, İstanbul’da polisin hemen hemen hiç bir işi yok gibidir.

Birinci cilt 234-235’nci sahifesinde : “...Yankesicilik, dolandırıcılık, anahtar uydurma, kırıcılıkla çalma, pencereden girme vesâir sûrette yapılan hırsızlıklara gelince, işte o gibi vak’alar son derece nâdirdir.

Ev kapılarının şöyle böyle kapandığı ve esnafın umûmî ahlâka itimat edip dükkânını açık bırakarak gaybubet ettiği bu muazzam pâyitahtta, her sene âzamî altı (6) hırsızlık vak’ası olur...”

Buraya kadar nakledilen vesikalar göstermektedir ki, Tanzimattan önce ve Batılılaşma cereyanı başlamadan önce Osmanlı Devletinde ahlâk ve seciyenin en yüksek seviyede olduğu, Batının örf ve âdetlerini aldıkça bu yüksek ahlâkın düşmeye başladığı târihî bir gerçektir.

İstanbul’da bir kaç sene kalan (A.Ubicini) 1855 senesinde Paris’te neşredilen “La Turquie aetuelle” isimli eserinin 329 - 330 ncu sahifesinde :

“ Bu muazzam pâyitahtta dükkân sahipleri herkesçe malûm namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği ve geceleyin evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatıldığı halde, senede yalnız 4 (dört) hırsızlık vak’ası bile olmaz. Ahâlisi sırf Hıristiyanlardan mürekkep olan Galata ve Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinâyet vak’aları duyulmayan gün geçmez. Taşralarda da iffet ve istikamet aynı derecededir. Son zamanlarda (Daily News) gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkibeyi lütfen dinleyin :

(Bugün kendi eşyamla yol arkadaşım olan eski bir Macar zâbitinin (Subayının) eşyasını nakletmek üzere bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, portmantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıkta idi... Gece üstüne uzanmak üzere ben biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini kaşumdan çıkarıp bizim bütün eşyamızı sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce :

- Burada birisi kalmalı! Dedim. Yanımdaki Türk hayretle sordu ;

- Niçin?

- Eşyalarımızı beklemek için.

Müslüman Türk şu cevabı verdi :

- A! Ne lüzum var? Eşyalarınız bir hafta gece - gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.


Ben bu sözü kabul ettim ve avdetimde (dönüşümde) herşeyi yerli yerinde buldum. Şu noktayı da unutmamalı ki, o sırada İslâm askerleri mütemâdiyen gelip geçmekteydi... Bu vak’a bütün Londra kiliselerinin kürsülerinden Hıristiyanlara ilân edilmelidir. İçlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedeceklerdir. Artık uykularından uyansınlar...”

SEKELİSTAN



Sekelistan, Romanya sınırları içerisinde, Transilvanya ve  Karpat Dağları'nın doğusunda  yer alır.  Baş şehri Yaş’tır ve Macarca lehçelerinden biri olan Sekelce konuşulur. Yüz ölçümü 13.500 km2 olup, nüfusu 700.000 kişidir. Sekeller kendilerinin; Atilla'nın 453 yılında  ölümü ve devamında gelen Hun İmparatorluğu'nun çöküşü sonrasında Karpat Havzası'na yerleşen 3 bin Hun savaşçısının torunları olduklarına inanırlar.

Eski Göktürk Alfabesine  çok benzerliği olan bir  alfabe kullanan Sekellerin  milli renkleri mavidir ve üzerinde altın sarısı bir güneşle gümüş rengi bir hilal olan bayrakları gök mavisidir. Sekellerin 6 boyu ve her boyun 4 kolu vardı. Birçoğunun adı Türkçedir. Ayrıca, Sekeller Macar Ağızları konuşmalarına karşın, dillerinde Türkçede olduğu gibi daha katı bir ünlü uyumu mevcuttur.

1918 yılında  Avusturya–Macaristan İmparatorluğu çökmesi üzerine Sekelistan Romanya’nın kontrolüne geçti ve 1940 yılına kadar Romanya’nın işgali altında kaldı.   30 Ağustos 1940 tarihinde, İkinci Viyana Anlaşması gereğince Macaristan’a bağlandı. Macaristana bağlı bir toprak parçası iken 1944 yılında Kızılordu tarafından işgal edildi ve Romanya’ya bağlandı. 1952 yılında  Romenler Sovyet baskısı altında kadar Sekel bölgesine özerklik tanıdılar.


22 Şubat 2015 Pazar

ESKİ TÜRKÇE

Türk yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri Orhun Âbidelerinin metinleridir. Fakat bu metinler şüphesiz Türk yazı dilinin ilk örnekleri değildir. Çünkü Orhun Âbidelerindeki dil yeni teşekkül etmiş bir yazı dili olarak değil, çok işlenmiş bir yazı dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan, Türk yazı dilinin başlangıcını ele geçen bu ilk metinlerden çok daha öncelere çıkarmak gerekir. Türk yazı dilinin sekizinci asırdan sonraki gelişmesi ile mukayese edilerek bir tahmin yürütülürse, Orhun abidelerindeki yazı dilinde hiç değilse bir kaç asırlık bir gelişme mevcut olduğuna kolaylıkla hükmolunabilir. Buna göre Türk yazı dilinin başlangıcını Milâdın ilk asırlarına, hiç olmazsa Orhun âbidelerinden bir kaç asır önceye çıkarmak doğru olur. Fakat Orhun kitabelerinden daha eski bir metin ele geçmediği için bu yazı dilini ancak sekizinci asırdan itibaren takip edebilmekteyiz.

İşte nazarî olarak Milâdın ilk asırlarında başladığını kabul ettiğimiz ve ilk ele geçen metinleri sekizinci asra ait olan bu yazı dili 12 - 13. asra kadar devam etmiş olup, bu devre Türk yazı dilinin ilk devresini teşkil etmektedir. Bu ilk yazı dili devresi ayni zamanda müşterek bir yazı dili devresidir. Yani bu yazı dili bütün Türklüğün tek yazı dili olarak kullanılmış, Orta Asya’da geniş bir sahayı kaplayan Türklük âlemi asırlar boyunca hep ayni dille okuyup yazmıştır. O devirden kalma eserlerde görülen ufak tefek farklar ise saha ve zaman farklarından ileri gelen normal ayrılıklar olup tek bir yazı dilinin hudutlarını aşacak mahiyette değildir.

Kâşgarlı’nın en çok beğendiği ve şivelerle karşılaştırırken “Türkçe” diye adlandırdığı, Hakaniye Türkçe’si, yahut başka eserlerde Kâşgar dili, Kâşgar Türkçe’si adı ile anılan dil hep bu ilk Türk yazı dilidir. Bu yazı dili devresinden gelen eserlerin büyük bir kısmı Uygur yazısı ile yazılmış olduğu için bu devreye Uygur devresi, bu yazı diline de Uygurca denilebilir. Fakat Türkoloji öğretiminde Türkçe’nin bu ilk devresi için bugün en uygun isim olarak “Eski Türkçe” tâbirini kullanmaktayız. Türkçe’nin ondan sonraki çeşitli gelişmelerinin kaynağı hep bu devreye çıkmakla, bugün geniş sahalarda ayrı kollara ayrılmış bulunan Türkçe’nin bütün şekillerinin menşei bu devrede bulunmakta, kısacası, Türkçe’nin bütün yapısı bu devre ile izah edilebilmektedir. Demek ki bu devre Türkçe’nin ana Türkçe devresi, ilk devresi, eski devresidir. Onun için bu devreyi “Eski Türkçe” diye adlandırmak çok yerindedir. Bu kitapta biz de bu ismi kullanacağız.

O hâlde Türk yazı dilinin ilk devresi Eski Türkçe’dir. Eski Türkçe den daha önceki devir ise Türkçe’nin karanlık devridir. O devir artık Eski Türkçe’nin Çuvaşça ve Yakutça ile, bunların da daha ileride Moğolca ile birleştikleri devirdir.

Türkçe tarih boyunca iki gramer yapısına sahip olmuştur. Eski Türkçe devresi Türkçe’nin eski gramer yapısını temsil eder. Ondan sonraki devreler Türkçe’nin yeni gramer yapısına sahip olan devrelerdir.

 Kaynak-TDK

ESKİ ANDOLU TÜRKÇE’Sİ

Eski Anadolu Türkçe’si 13, 14 ve 15. asırlardaki Türkçe’dir. Batı Türkçesinin ilk devrini teşkil eden bu Eski Anadolu Türkçe’si bilhassa Türkçe bakımından kendisinden sonraki iki devreden çok farklıdır. Bu devreye Batı Türkçesinin bir oluş, bir kuruluş devresi olarak bakmak yerinde olur. Batı Türkçesini Eski Türkçe’ye bağlayan birçok bağlar bu devrede henüz kendisini iyice hissettirmektedir. Bu devreden sonraki Türkçe’de gördüğümüz birçok yeni şekiller bu devrede henüz Eski Türkçedeki eski şekillerinin izlerini taşımaktadırlar.

Eski Anadolu Türkçe’si bir taraftan böylece Eski Türkçe’nin izlerini taşırken diğer taraftan köklerde ve eklerde bazı ses ve şekil ayrılıkları göstermek suretiyle Osmanlıca ve Türkiye Türkçe’sinden biraz farklı bir durum arzeder. Öyle ki Batı Türkçe’si içinde Türkçe bakımından mevcut başlıca değişiklikler bu devre ile bundan sonraki iki devre arasındaki değişikliklerdir. Yani Batı Türkçesini yalnız Türkçe bakımından devrelere ayırırsak Eski Anadolu Türkçe’si ve Osmanlıca - Türkiye Türkçe’si diye ikiye ayırmamız icap eder. Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında Türkçe bakımından, Eski Anadolu Türkçe’sinden Osmanlıcanın ilk devirlerine taşan bir kaç şekil dışında, bariz bir ayrılık yoktur.

Eski Anadolu Türkçe’si yabancı unsurlar bakımından denilebilir ki Batı Türkçesinin en temiz devridir. Bu devirde Türkçe’ye Arapça ve Farsça unsurlar girmeğe başlamıştır. Fakat bu unsurlar kesifliğini yavaş yavaş arttırmış ve ancak devrenin sonlarında geniş bir istilâ başlangıcı hâlini alarak Osmanlıcanın doğuşunu hazırlamıştır. Eski Anadolu metinlerinde görülen Arapça ve Farsça kelimeler henüz çok fazla olmadığı gibi devrenin sonlarına doğru artan terkipler de henüz açık ve basit bir durumdadır. Yabancı unsurlar bakımından bu devirde manzum ve mensur metinler arasında da oldukça fark vardır.

Gittikçe artan yabancı kelime ve terkipler daha çok nazım dilinde görülür. Nesir dili ise çok temiz ve duru bir Türkçe olarak devrenin sonunda bile Arapça ve Farsça kelimeler ve bilhassa terkiplerden mümkün olduğu kadar uzak kalmıştır. 15. asrın ortalarına doğru ikinci Murat devrinde geniş bir kültür hamlesinin ifadesi olarak meydana getirilen telif ve tercüme pek çok Türkçe eserin dili bunu açıkça göstermektedir. Nazım dilinde ise, şiirin Fars taklitçiliği üzerine kurulması ve vezin, şekil zaruretleri yüzünden duruluk çok muhafaza edilememiş ve Türkçe’deki gelişmeler bakımından devre daha bitmeden, 15. asırda, basit de olsa terkipler ve yabancı kelimeler adam akıllı çoğalmış ve Türkçe’yi sarmıştır. Bu yüzden asrın ikinci yarısı Osmanlıcanın temelini atan, onun başlangıcını teşkil eden bir devir olmuş, Eski Anadolu Türkçe’si Türkçe hususiyetleri bakımından devrini ancak Osmanlıcanın başlarında tamamlamıştır.

Eski Anadolu Türkçesinin cümle yapısı ise Türkçe’nin başlangıçtan bugüne kadar hep ayni kalan normal cümle yapısı dışına çıkmamıştır. Gerek nesirde, gerek şiirde Türk cümlesi bu devirde normal, sade, anlaşılan, unsurları yerli yerinde ve doğru cümle olarak kalmış, tercüme sadakati yüzünden nadir olarak kırıldığı yerler dışında, umumiyetle sağlam yapısını muhafaza ederek Osmanlıca devrine girmiştir.


Kaynak-TDK

OSMANLI TÜRKÇE'Sİ

Osmanlıca Batı Türkçesinin ikinci devri olup 15. asrın sonlarından 20. asrın başlarına kadar devam etmiş olan yazı dilidir. Dört asırdan fazla bir ömrü olan Osmanlıca, şüphesiz hep ayni kalmamış, baştan ve sondan geçiş devirlerinde ve ortada, hudutları kesin olarak çizilemeyen birbirine geçmiş çeşitli iç merhâleleri olmuştur. Fakat iç ve dış bakımından esas vasıfları itibariyle Osmanlıca ismi altında bu ismin çok iyi ifade ettiği bir bütünlük gösterir.

Türkçe bakımından, Osmanlıca’da aşağı yukarı mühim hiçbir değişiklik olmamış, Eski Anadolu Türkçe’sinden sonra günümüze kadar Türkçe’nin başlıca şekilleri hemen hemen hep ayni kalmıştır. Yani gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında belirli bir ayrılık yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi Türkçe bakımından ancak bu son iki devre ile Eski Anadolu Türkçe’si arasında belirli ayrılıklar vardır.

Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında çok küçük şekil farklarına rastlansa bile bunlar zaman ayrılıklarına dayanan basit değişikliklerden başka bir şey sayılmamalıdırlar. Eski Anadolu Türkçe’si, Batı Türkçesinin eski gramer şekillerini, Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si ise Batı Türkçesinin yeni gramer şekillerini ihtiva eden devrelerdir. Yani, gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında bir devre farkı yoktur.

Devrelerin birbirine geçişi keskin çizgilerle ayrılamayacağı için eski Anadolu Türkçe’si ile Osmanlıca arasında da uzun bir geçiş safhası olmuştur. Osmanlıca’nın başlangıcını teşkil eden ve 15. asrın ikinci yarısı ile 16. asrın ilk yarısını içine alan devirde eski gramer şekilleri, yerlerini henüz tamamıyla yeni şekillere bırakmış değillerdi.

Bu eski şekillerden bazıları Osmanlıca’nın içinde daha sonraları da kendisini muhafaza etmiş, bunlardan klişeleşmiş olarak Türkiye Türkçe’sine geçenler bile olmuştur. Bazı yeni şekiller ise oluşunu ancak Osmanlıca içinde tamamlamış veya kullanış sahasına bu devirde çıkmıştır. İşte geçiş devrindeki normal gelişmeler, ondan sonraki küçük sızıntılar ve bazı yeni şekillerin ortaya çıkışı dışında, Osmanlıca’ya Türkçe bakımından başından sonuna kadar bir durgunluk hâkim olmuş, 16. asırdan günümüze kadar Türkçe gramer şekilleri bakımından belirli hiçbir gelişme kaydetmemiştir.

Osmanlıca’yı batı Türkçe’si içinde bilhassa Türkiye Türkçe’sinden ayrı bir devre hâlinde tutan şey onun dış yapısıdır. İç yapı, yani Türkçe bakımından yalnız Eski Anadolu Türkçe’sinden farklı bulunan Osmanlıca, dış yapı, yani yabancı unsurlar bakımından Eski Anadolu Türkçe’sinden de, Türkiye Türkçe’sinden de çok büyük farklarla ayrılan bir devre manzarası gösterir. Bu devre Türkçe’nin yabancı unsurlar tarafından tam mânâsiyle istilâ edildiği, Türkçe’yi Arapça ve Farsça unsurların son haddine kadar sardığı devredir.

Osmanlıca devrinde Türkçe’yi saran bu Arapça ve Farsça unsurlar, sayısız Arapça ve Farsça kelime ve terkipler olup esas itibariyle isim sahası içinde kalmıştır. Fakat bu sahada o kadar ileri gidilmiştir ki bütün isim cinsinden kelimeler ve cümle içinde isim muamelesi gören bütün kelime gurupları Arapça ve Farsça kelimelere ve terkiplere boğulmuştur. Bu müthiş istilâdan fiil kökleri bile yakasını kurtaramamış, Türkçe’nin basit fiil kökleri yerine Arapça ve Farsça kelimelerle Türkçe yardımcı fiillerden yapılmış birleşik fiiller kullanılarak Türkçe, bugün de yaşamakta olan sayısız yabancı köklü birleşik fiil ile dolmuştur.

Fiil dışında kalan isim cinsinden bütün kelimeler ve isim muamelesi gören kelime gurupları sahasını böylece Arapça ve Farsça kelimelere, sıfat ve izafet terkiplerine kaptıran yazı dilinde umumiyetle Türkçe olarak isim ve fiil çekimi ile cümle yapısı kalmıştır. Fakat cümle yapısı da, Türkçe kalmakla beraber, ağır darbeler yemekten kendisini kurtaramamış, birçok defa esas bünyesi yıkılarak bozuk bir kelime yığınından ibaret olmuştur. Hülâsa, Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe, Arapça ve Farsça’dan meydana gelen üçüzlü, karışık ve son derece sun’î bir dil manzarası göstermiştir.


Kaynak-TDK

TÜRKİYE TÜRKÇE’Sİ

Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin üçüncü devresidir. Bugün de devam etmekte olan bu devre, 1908 meşrutiyetinden sonra başlar. Bu yeni devrenin 1908 meşrutiyetinden sonra başlayan ve Cumhuriyete kadar devam eden ilk safhası Türkiye Türkçesinin başlangıç devri mahiyetindedir bu kısa devirde çok süratli bir şekilde ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında Osmanlıca henüz tamamıyla sahneden çekilmiş değildir. Fakat lam manasıyla son günlerini yaşamakta ve umumi dil olmaktan çıkarak muayyen kalemler tarafından tutulmağa çalışılan hususî bir dil durumuna düşmüş bulunmaktadır.

Hâsılı bu devir. Osmanlıca’nın son örnekleri ile Türkiye Türkçesinin ilk örneklerinin yan yana bulunduğu devirdir, Osmanlıca’nın bu son örneklerine yeni dil gittikçe fazla sokulduğu gibi, yeni dilin ilk örneklerinde de bazı Osmanlıca unsurlar, eskimiş bazı kelimeler, bazı terkipler görülmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya çıktığı için Osmanlıca’dan yeni dilin ilk örneklerine bu şekilde ufak tefek taşmalar olmuştur. Fakat yeni dil bu küçük taşmalardan bu ilk devre içinde kendisini süratle kurtarmış, temiz Türkçe’nin sayısız örneklerini vererek Osmanlıca’yı kısa zamanda gerilerde bırakmıştır Öyle ki Cumhuriyet deri başlarken Osmanlıca artık çoktan ölü bir dil hâline gelmiş ve yazı dilinin bütün ufukları Türkiye Türkçe’sine açılmış bulunuyordu.

Türkiye Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran başlıca hususiyet onun yabancı unsurlar karşısındaki durumudur, Dilin iç yapısı, yani Türkçe bakımından Batı Türkçesinin bu iki devresi arasında bir devre farkı olmadığını, bu iki devrenin yabancı unsurlar bakımından ayrı devreler teşkil ettiğini yukarıda da açıklamıştık. Yabancı unsurlar bakımından bu iki devre arasında gerçekten çok büyük bir fark vardır. Bu farkın en ehemmiyetli tarafı terkipler bakımından olan ayrılıktır. Türkiye Türkçe’si terkipsiz Türkçe’dir.

Türkiye Türkçesinin en belirli vasfı budur. Bu bakımdan Türkiye Türkçe’si Bütün Türkçe’nin en temiz devridir, Az ve basit olmakla beraber Eski Anadolu Türkçe’sinde yabancı terkipler vardı. Osmanlıca tam mânâsıyla terkipli dil demektir. Türkiye Türkçe’si ise Türk yazı dilinin bu Arapça, Farsça terkiplerden kurtulmuş olduğu mesut devridir. Bir dil, yabancı bir dilin tesirinde kalabilir, Bu tesir, lügat hazinesinde. yani kelime sahasında kaldığı müddetçe ne kadar aşırı olursa olsun dil için bir tehlike teşkil etmez. Fakat kelime sahasını aşar ve kelime guruplarına, cümle sahasına el atarsa dilin yapısı tehlikeye girer. dilin gidişi çığırından çıkar.

Dilin, yapısını ayakta tutabilmek üzere bunlara mukavemet edebilmesi için çok sağlam bir bünyeye sahip bulunması lâzımdır. Osmanlıca’da Türkçe’ye korkunç bir nisbette karışan Arapça ve Farsça terkipler de bu şekilde kelime sahasında kalmayan, cümle sahasına giren yabancı unsurlardı. Türkçe’nin bünyesi çok sağlam olduğu için bunlara asırlarca mukavemet edebilmiş ve zamanı gelince onlardan kolaylıkla silkinerek kendi yapısı ile baş başa kalmıştır.

Fakat bu yabancı unsurlar onun ifade kabiliyeti için çok zararlı olmuşlar, onun gelişmesine asırlarca çelme takmışlardır. İşte Türkiye Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran en büyük vasıf, onun bu şekilde terkipsiz Türkçe olmasıdır. Bu sebeple Osmanlıca’nın sonları ile Türkiye Türkçesinin başlarında karşımıza çıkacak örnekleri de bu kıstasa göre ayırmak icap eder. Elimizdeki örneğin dili, terkipsiz ise Osmanlıca, terkipsiz ise Türkiye Türkçe’sidir.

Türkiye Türkçe’si terkipler dışındaki yabancı unsurlar bakımından da Osmanlıca’dan çok farklıdır. Bir kere Türkiye Türkçe’si Osmanlıca’daki yabancı çekim edatlarından, Arapça, Farsça çokluk yapmak gibi yabancı kaidelerden de kurtulmuştur. Sonra yabancı kelime sayısı büyük ölçüde azalmış ve azalmaktadır. Fakat, bir kısmı konuşma diline de yerleşmiş olduğu için, Türkiye Türkçe’sinde bugün hâlâ pek çok Arapça ve Farsça kelime vardır.

Bu hususta Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin en temiz devri değildir. Osmanlıca ile mukayese edilemeyecek kadar temiz bir durumda olmakla beraber, Eski Anadolu Türkçe’sinden daha çok yabancı kelime ihtiva etmektedir. Demek ki Türkiye Türkçe’sinde yabancı unsur olarak yalnız çok sayıda Arapça, Farsça kelimeler kalmıştır. Bu arada bazı terkipler de görülür, fakat bunlar tek kelime muamelesi gören klişeleşmiş şeyler olup, sayıları da çok azdır. Türkiye Türkçesinin diğer devrelerden bir farkı da batı dillerinden bazı yabancı kelimeler almış olmasıdır.

Türkiye Türkçe’sinde cümle yapısı da büyük bir aydınlığa kavuşmuştur. Bu devrede Türk cümlesi eski devrelerdeki karışık ve mânâsız uzunluğun dan kurtulmuş, kısa, derli toplu yanlışsız cümle hâline gelmiştir.

Osmanlıca’dan Türkiye Türkçe’sine geçiş, yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak suretiyle olmuştur. Osmanlıca, konuşma dilinden çok uzaklaşmış derece sun’î bir yazı dili idi. Türk yazı dilini daima temiz kalan konuşma diline yaklaştırınca yazı dili kolaylıkla Türkçe’yi bulmuş ve sun’i Osmanlıca tarihe karışmıştır. Esasen Türkçe’ye sokulmuş olan yabancı unsurlar Arapça, Farsça gibi gerek menşe, gerek yapı bakımından Türkçe ile hiç ilgisi bulunmayan bir Sâmi, bir Hind-Avrupa dilinden gelme idi.

Bu sebeple bu unsurlar Türkçe’nin bünyesi içinde daima yabancı kalmış ve büyük sun’iliğe dayanan iğreti durumlar, yazı dili konuşma dili kaynağına dönünce çabucak sarsılarak üçüzlü sun’î dil en kısa zamanda yıkılıp gitmiştir. Yazı dili konuşma diline yaklaştırılırken tabiî öteden beri kültür merkezi olarak Türkçe bakımından esasen yazı dilinin dayandığı konuşma diline sahip bulunan muhitin dili, yani İstanbul Türkçe’si esas alınmıştır. Bu sebeple bu gün Türk yazı dili yani Türkiye Türkçe’si hemen hemen İstanbul konuşma dilinin, İstanbul Türkçesinin aynidir. Yazı ve konuşma dili olarak ikisi arasındaki fark en aşağı bir derecededir.

Hülâsa, ana çizgileri ile başlıca vasıflarını belirttiğimiz Türkiye Türkçe’si bugün tam bir özleşme, güzelleşme gelişme hâlindedir. Batı Türkçe’si bu son devre ile çok hayırlı bir yola girmiş ve Türk yazı dilinin bütün gelişme ufukları açılmıştır. Kuvvetli bir yazı dili olmak üzere gelişme yoluna giren Türkiye Türkçesinin yürüyüş hızı devre boyunca memnunluk verici bir seyir göstermiş. 1928’de eski harflerin terk edilmesinden sonra ise büsbütün artmıştır. Bu devirde son zamanlarda bile arada sırada Osmanlıca bazı şiirler yazıldığı da görülmektedir. Fakat ölü dille yazılmış olan bu bir kaç şiir şüphesiz ancak tarihi birer hatıradan ibarettir. 

Kaynak-TDK

 


TÜRKLER’DE BAYRAK

Bayrağın Türkler'de de çok eski bir geçmişi vardır. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafın­dan yazılan Divanü Lügati't-Türk adlı sözlük­te bu sözcüğe "bayrak" yanında "batrak" diye de yer verilmiştir. Türkler'in Orta Asya'da boylar ve boy birlikleri halinde yaşadıkları dönemde beylerinin ve hükümdarlarının bay­rakları bulunuyordu.

Kesinlik taşımamakla birlikte Oğuzlar'ın kırmızı, Karahanlılar'ın "al" denilen turuncu ipekten bayrakları olduğu; Büyük Hun İmpa-ratorluğu'nun bayrağında turuncu zemin üze­rinde bir ejderha; Avrupa Hunları'nın bayra­ğında ise bir kartal resmi bulunduğu ileri sü­rülmektedir. Göktürkler'in bayrağında bir kartal resmi ya da mavi zemin üzerinde kurt başı; Avarlar'ınkinde yeşil zemin üzerin­de geriye doğru ok atan bir süvari motifi bulunmaktaydı. Hazar Türkleri'nin mavi ze­minli bayrağı üzerinde de bir kılıç ile beş küçük yıldız yer alıyordu. Bayrağa "badruk" diyen Uygur Türkleri'nde haki zeminli bayrak kullanılıyor, bazılarında ise iki insan başı bulunuyordu. İlk Müslüman Türk devletlerin­den Karahanlılar'ın bayrağı al renkliydi ve üzerinde bir tuğ vardı. Gazneliler'inkinde yeşil bir zemin ve beyaz renkli bir kuş ve hilal resmi yer alıyordu. Harezmşahlar Devleti'nin bayrağı ise düz siyahtı.

Türkler'de yalnız hükümdarlar değil vali, bey, kaptan ve ordu komutanı gibi önemli görevliler de özel bayraklar taşırlardı. Büyük Selçuklular, Abbasiler'in siyah renkli bayrağı­nı benimsemekle birlikte sultanlar ve büyük kumandanlar kırmızı bayrak da kullanırdı.

Türkler 13. yüzyıl ortalarında bayrakların­da hilal kullanmaya başladılar. Hilalin yanı sıra, sayılan ve biçimleri değişmekle birlikte, yıldız da Türkler'in ve öteki birçok Müslüman ülkenin bayrağında yer almaya başladı. Os­manlı Devleti'nin kuruluş yıllarından I. Süley­man'a (Kanuni) kadar hükümdarlık bayrağı beyazdı. Donanmada kırmızı zemin üzerine iki ya da üç hilal bulunan bayraklar; orduda ise beyaz bayrak kullanılıyordu. Orduda ayrı­ca sarı, alaca, kırmızı, yeşil ve siyah bayraklar da kullanılmıştır. II. Mahmud'un gerçekleş­tirdiği birçok yenilik arasında Osmanlı Devle­ti'nin simgesi olan bayrağın belirlenmesi de yer alıyordu. Kırmızı zemin üzerine bir hilal ve sekiz köşeli bir yıldızı olan bu bayrak Abdülmecid dönemine kadar kullanılmış, bu dö­nemde yıldızdaki köşe sayısı beşe indirilmiştir.

1922'de saltanat, 1924'te de halifelik kaldı­rılınca bu kurumları simgeleyen bayraklar da geçerliliğini yitirmiş ve yalnızca Abdülmecid döneminden beri kullanılan resmi Türk bay­rağı varlığını korumuştur. Bugünkü Türk bayrağı kesin biçimini 29 Mayıs 1936 tarihin­de çıkarılan bir yasayla almıştır. 22 Eylül 1983'te çıkarılan yeni bir yasayla da kullanı­mına ilişkin yeni kurallar getirilmiştir.

Türk bayrağının yapılacağı kumaşlar, bo­yutları, hangi kapalı yerlere konulabileceği ya da hangi kurumlarca nerelere çekilebileceği, bayrak çekilirken ya da indirilirken yapılacak törenler gibi konular 17 Mart 1985 tarihinde çıkarılan Türk Bayrağı Tüzüğü ile ayrıca belirlenmiştir.

Kaynak:  Temel Britannica