28 Mart 2015 Cumartesi

GÜLÜMSEYEN ATATÜRK

13-23 Haziran 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Yunan işgal kuvvetlerine yapılacak harekata hazırlık için Kocaeli bölgesine geldi. Ziyareti sırasında beraberinde birçok gazeteci bulunuyordu. Paşa’nın yaptığı açıklamaları gazeteciler not alıyor, teftiş sırasında fotoğraflar çekiliyordu. Paşa’nın fotoğraflarını çeken Tıbbiye öğrencisi. Muhterem Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın gazetelerde yayımlanan fotoğraflarının sert ifadelerle çekildiğini düşünüyordu. Oysa Mustafa Kemal Paşa güler yüzlü ne neşeli bir mizaca sahipti. Gülümseyen bir fotoğrafı gazetelerde hiç yayınlanmamıştı.

Mustafa Kemal Paşa, Geyve’de bulunduğu sırada, Karaçam bölgesinde kısa bir an teftişe ara verdi. Paşanın bir tarafında Kocaeli Cephesi Kumandanı Halit Paşa, diğer tarafında Cevat Abbas Gürer oturuyordu. Muhterem Bey o sırada Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben;

- ‘Paşam fotoğrafınızı çekmeme izin verir misiniz?’ dedi.

Mustafa Kemal Paşa da;

- ‘Buyurun çekin’ dedi.

Muhterem Bey daha sonra;

- “Paşam bütün fotoğraflarınızda sert ifadelerle poz veriyorsunuz. Sizden rica etsem bu fotoğrafta gülümseyebilir misiniz?’ diye sordu.

Paşanın beraberinde bulunanlar genç tıbbiyelinin teklifini münasebetsizlik olarak gördüler. Asabiliği ile tanınan Halit paşa derhal kaşlarını çattı. Bir anda buz gibi bir hava esti. Herkes Mustafa Kemal Paşa’ya bakıyor ve bu ciddi olmayan teklife nasıl yanıt vereceğini merak ediyordu. Oysa bu teklif, Mustafa Kemal Paşa’nın çok hoşuna gitmişti.

Paşa gülümseyerek;

- ‘Çocuk doğru söylüyor. Tıbbiyeli bu gencimizin arzusunu yerine getirelim.’ dedi.

Üstelik Muhterem Bey’in teklif ettiği bu fotoğrafta kendisinin de çıkmasını istedi ve genç tıbbiyeliyi yanına çağırdı. Fotoğraf Etem Bey tarafından çekildi. Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı sırasında cephede çektirdiği ve basında ilk defa yayımlanan gülen fotoğrafı buydu. Mustafa Kemal Paşa çekilen fotoğrafı çok beğendi. Öyle ki bu fotoğraftan imzalayarak Muhterem Bey’e de hediye etti.”

Kaynak: Prof. Dr Metin Özata’nın 'Atatürk ve Hekimler' adlı kitabı


27 Mart 2015 Cuma

MİSAFİRSİNİZ

İstanbul’un işgal günlerinde; General Harrington ve maiyeti Pera Palas Otelinde, büyük salonunun bir köşesinde otururlarken ayni salonda bulunan Mustafa Kemal dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruştururlar. “Mustafa Kemal” denir.

Onlar için Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşının en ünlü şahsiyetidir. Çanakkale Harplerinde kendilerini Çanakkale önünde düğümleyen komutandır o. Haber göndererek masalarına davet ederler.

Mustafa Kemal’in cevabı hem nazik, hem kesindir:

- "Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir."

16 Mart 2015 Pazartesi

Yenişehirli Müstecip Onbaşı (Kılıçaslan) (1891-1956)


Müstecip Onbaşı 1891 yılında Yenişehir’in Hacıömerdere (Orhaniye) köyünde doğdu. Birinci Dünya Savaşında askere alınarak bahriyede topçu sınıfına ayrılıp, Çanakkale’de Kilitbahir’e gönderildi.  

Müstecip Onbaşı 30 Ekim 1915 tarihinde Kilitbahir’de Çanakkale Boğazını gözetlerken, su üzerinde kulesi görünen Fransız denizaltısı “Turquoise’ı” fark ederek, hedefi kaçırmamak için üslerine bilgi vermeden ve emir almadan açtığı top atışı sonucu, 3ncü atışta denizaltıyı  periskopundan vurarak teslim olmasını sağladı.  


 28 mürettebatı, silah ve teçhizatıyla birlikte teslim olan Turquoise 10 Kasım 1915 tarihinde  “Müstecip Onbaşı” ismi verilerek Türk Donanmasına dahil edildi.

Çanakkale’de  kahramanlıkları ile savaşmaya  devam eden  Müstecip, savaş sonrası Çavuş rütbesinde iken terhis olarak köyüne döndü  ve 10 Mayıs 1956 yılında vefat etti.

13 Mart 2015 Cuma

YABANCILARIN KALEMİNDEN ESKİDEN TÜRKLERDE AHLAK

1-Fransız gezgin (Du Loir) Türkiye’deki seyahat gözlemlerini 1654 senesinde Paris’te yayınlanan “Les Voyages Du Slevr Du Loir” isimli kitabın 188’inci sayfasında:

“Anadolu ve İstanbul bölgesine hakim olan bu memlekette hemen hiçbir cinâyet olayı olmaz; eğer bir-iki olağanüstü durum meydana gelecek olursa, onlar da ya ânî bir olay neticelerinden veyâhut yol kesen haydutların saldırısından ibarettir.”


2- Fransız seyyahı (Grelot)’un 1680 senesinde Paris’te neşredilen “Relation Nouvelle d’un Voyage De Constantinople” isimli kitabının 236’ncı sahifesinde:

“Vaktiyle (İstanbul’da) Romalıların yaptığı gibi halkın hamama gidebileceğini îlân eden çan sesini beklemeye artık lüzum yoktur; Türk hamamları sabahın dördünden itibaren açılır ve ancak akşam sekize doğru kapanır. Bütün bu müddet zarfında hamamda hiçbir zaman hiçbir gürültü ve kavga olmaz. Hiç kimsenin elbisesi yahut kesesi (cüzdanı) çalınmaz ve Lâtin şairi Ovide’in elbiselerini muhafaza için kapıda beklemesini istediği bekçiye de hâcet olmaz.”


3- Prut Harbi esnasında Türk ordugâhında bulunan (A. De La Motraye) nin 1727’de La Haye’de neşredilen “Voyages En Europe, Asie et Afrique” isimli iki ciltlik eserinin birinci cilt sahife 258’de:

“Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nâdirdir. Ben Türkiye’de takriben ondört sene kaldığım halde, bu müddet zarfında, hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası kazıktır. Ben bu memlekette geçirdiğim müddet zarfında yalnız altı (6) haydudun kazıklandığını işittim. Onlar da hep Rum cinsindendi. Türkiye’de yankesicinin ne olduğu mâlûm değildir (bilinmez). Onun için ceplerin el çabukluğundan korkusu yoktur.”


4- 18’inci asırda İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunmuş ve Türk-İslâm düşmanlığı ile şöhret yapmış olan (Sir James Porter) 1769’da Londra’da neşredilen ve “Observation Sur La Religion, Les Loix, Le Gouvernement Et Les Moevrs Des Turcs” ismiyle Fransızcaya tercüme edilen iki ciltlik kitabının ikinci cilt, 51-53’üncü sahifelerinde:

“Türkiye’de yol kesme vak’alarıyla ev soygunları ve hattâ dolandırıcılık ve yankesicilik vak’aları âdetâ meçhûl (bilinmez veya yok) gibidir. Harb halinde olsun, sulh halinde olsun, yollar da evler kadar emindir. Bilhassa ana yolları takip ederek, tekmil imparatorluk arâzisini en mutlak bir emniyet içinde baştan başa katetmek her zaman kaabildir. Daimî bir seyr-i seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuatın fevkalâde azlığına hayret etmemek mümkün değildir. Bir çok yıllar içinde ancak bir tek vak’aya tesadüf edilebilir...
Türklerin ceza korkusundan daha yüksek bir sebepten dolayı suç işlemekten çekinmekte olmaları lâzım gelir. O kadar geniş bir memlekette İmparatorluğun bir ucundan öbür ucuna bir çok yollardan gidebildiği için yakayı ele vermeksizin hırsızlık da yapabilir, adam da öldürebilir. O takdirde mücrimlerin uzak bir vilâyete ilticâ etmeleri işten bile değildir ve beşer basiretinin bu gibi hareketlere mâni olmak imkân ve ihtimâli yoktur...
Şurası muhakkaktır ki, İstanbul’da Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vak’aları son derece nâdirdir. İstanbul’da huzur ve emniyet içinde yaşamak ve kapılarını hemen her zaman ardına kadar açık bırakmak mümkündür.”


5- 3. Ahmed devrinde Türkiye’ye iltica eden ve Osmanlı Devletinde hizmet eden Fransız generallerinden (Comte de Bonneval) 1740 tarihinde Franckfort’ta basılan “Anecdotes veniflenneset Turques ou nouveaux memoires du comte Bonnecal” isimli eserin birinci cilt 215’inci sahifesinde:

“Haksızlık, mürâbahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında âdetâ meçhûl cinâyetlerdir. Hâsılı, ister vicdânî bir akibeden, ister ceza korkusundan mütevellid olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.
Bu memlekette yaşayan Hıristiyanlar ve bilhassa Rumlar öyle değildir. Sık sık çarpıldıkları cezâlara rağmen bunlar Hıristiyanlığın safvetini ihlâl eden bir ahlâksızlık içinde yaşarlar. Frenklere gelince, ben kendimi onların harekâtı hakkında mutlak bir sükût ile mükellef biliyorum. Bu mevzuun tetkiki pek eğlenceli olabilirse de, o hususta ağız açmamayı tercih ederim.”


6- Azılı Türk ve İslâm düşmanı olduğu halde (Avukat Guer) 1747’de Paris’te neşredilen iki ciltlik “Moeurs et usages des Turcs” eserinin 2’inci cilt, 188’inci sahifesinde:

“Gerek İstanbul’da, gerek Osmanlı İmparatorluğunun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve âsâyiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak sûrette ispat etmektedir ki, Türkler hiç bir zaman görülmemiş bir derecede medenîdirler...”


7- Fransız müelliflerinden (A. L. Castellan) 1811’de neşredilen “Lettres Eur la Frece L’H ellespont et Constantinople” isimli eserinin ikinci cilt 221’inci sahifesinde:

“İstanbul’da gündüz olduğu gibi geceleyin de insan hiç bir mürettep taarruz korkusu olmadan dolaşabilir... ”


8- İngiliz müelliflerinden (Charles Mao - Farlane) nin Fransızcaya tercüme edilen 1829’da Paris’te neşredilen “Constantinople et la Turquie” isimli 2 ciltlik eserin birinci cilt 360’ıncı sahifesinde Türkmen kulübesinde geçirdiği geceyi anlatırken:

“O kötü kulübedeki (Türklerin) arasında Avrupa’nın en güzel otelinde olduğu kadar emniyet içinde bulunuyordum.”


9- Fransız doktoru (A. Brayer) İstanbul’da senelerce kalıp 1836 senesinde Paris’te 2 cilt olarak neşredilen “Neuf annees a Constantinople” isimli eserin birinci cilt 196-197’nci sahifelerinde:

“Kur’an daima kardeşçe geçinilmesini tavsiye etmekle, az yemeğe kanaat düsturunu koymakla, şarap vesâir müskirat gibi insanı baştan çıkaran içkileri ve her türlü hevâ oyunlarını menetmekle, kadınların evlerinde oturmalarını ve sokağa örtülü çıkmalarını emretmekle cemiyet hayatı için meş’um olan bu temâyülleri mümkün olduğu kadar imhâ etmiştir.

Tophanenin büyük meydanıyla emsali yerlerde hangi tabakadan olursa olsun bir Müslüman Türk’ün diğer bir Müslüman Türk’e hiddetle baktığı nadir görülür. Fakat küfrettiği, yakasına yapıştığı ve dayak attığı hiç görülmez

Düello ve intiharın ne olduğu meçhuldür (bilinmez). Avrupa’ nın bazı pâyitahtlarında çok büyük polis kuvvetleri bulunduğu halde, cinâyetleri önleyip cânîleri yakalamaya kâfî gelmemesine mukabil, İstanbul’da polisin hemen hemen hiç bir işi yok gibidir.

Birinci cilt 234-235’nci sahifesinde : “...Yankesicilik, dolandırıcılık, anahtar uydurma, kırıcılıkla çalma, pencereden girme vesâir sûrette yapılan hırsızlıklara gelince, işte o gibi vak’alar son derece nâdirdir.

Ev kapılarının şöyle böyle kapandığı ve esnafın umûmî ahlâka itimat edip dükkânını açık bırakarak gaybubet ettiği bu muazzam pâyitahtta, her sene âzamî altı (6) hırsızlık vak’ası olur...”

Buraya kadar nakledilen vesikalar göstermektedir ki, Tanzimattan önce ve Batılılaşma cereyanı başlamadan önce Osmanlı Devletinde ahlâk ve seciyenin en yüksek seviyede olduğu, Batının örf ve âdetlerini aldıkça bu yüksek ahlâkın düşmeye başladığı târihî bir gerçektir.

İstanbul’da bir kaç sene kalan (A.Ubicini) 1855 senesinde Paris’te neşredilen “La Turquie aetuelle” isimli eserinin 329 - 330 ncu sahifesinde :

“ Bu muazzam pâyitahtta dükkân sahipleri herkesçe malûm namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği ve geceleyin evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatıldığı halde, senede yalnız 4 (dört) hırsızlık vak’ası bile olmaz. Ahâlisi sırf Hıristiyanlardan mürekkep olan Galata ve Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinâyet vak’aları duyulmayan gün geçmez. Taşralarda da iffet ve istikamet aynı derecededir. Son zamanlarda (Daily News) gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkibeyi lütfen dinleyin :

(Bugün kendi eşyamla yol arkadaşım olan eski bir Macar zâbitinin (Subayının) eşyasını nakletmek üzere bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, portmantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıkta idi... Gece üstüne uzanmak üzere ben biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini kaşumdan çıkarıp bizim bütün eşyamızı sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce :

- Burada birisi kalmalı! Dedim. Yanımdaki Türk hayretle sordu ;

- Niçin?

- Eşyalarımızı beklemek için.

Müslüman Türk şu cevabı verdi :

- A! Ne lüzum var? Eşyalarınız bir hafta gece - gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.


Ben bu sözü kabul ettim ve avdetimde (dönüşümde) herşeyi yerli yerinde buldum. Şu noktayı da unutmamalı ki, o sırada İslâm askerleri mütemâdiyen gelip geçmekteydi... Bu vak’a bütün Londra kiliselerinin kürsülerinden Hıristiyanlara ilân edilmelidir. İçlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedeceklerdir. Artık uykularından uyansınlar...”

SEKELİSTAN



Sekelistan, Romanya sınırları içerisinde, Transilvanya ve  Karpat Dağları'nın doğusunda  yer alır.  Baş şehri Yaş’tır ve Macarca lehçelerinden biri olan Sekelce konuşulur. Yüz ölçümü 13.500 km2 olup, nüfusu 700.000 kişidir. Sekeller kendilerinin; Atilla'nın 453 yılında  ölümü ve devamında gelen Hun İmparatorluğu'nun çöküşü sonrasında Karpat Havzası'na yerleşen 3 bin Hun savaşçısının torunları olduklarına inanırlar.

Eski Göktürk Alfabesine  çok benzerliği olan bir  alfabe kullanan Sekellerin  milli renkleri mavidir ve üzerinde altın sarısı bir güneşle gümüş rengi bir hilal olan bayrakları gök mavisidir. Sekellerin 6 boyu ve her boyun 4 kolu vardı. Birçoğunun adı Türkçedir. Ayrıca, Sekeller Macar Ağızları konuşmalarına karşın, dillerinde Türkçede olduğu gibi daha katı bir ünlü uyumu mevcuttur.

1918 yılında  Avusturya–Macaristan İmparatorluğu çökmesi üzerine Sekelistan Romanya’nın kontrolüne geçti ve 1940 yılına kadar Romanya’nın işgali altında kaldı.   30 Ağustos 1940 tarihinde, İkinci Viyana Anlaşması gereğince Macaristan’a bağlandı. Macaristana bağlı bir toprak parçası iken 1944 yılında Kızılordu tarafından işgal edildi ve Romanya’ya bağlandı. 1952 yılında  Romenler Sovyet baskısı altında kadar Sekel bölgesine özerklik tanıdılar.