19 Temmuz 2018 Perşembe

MUSTAFA KEMAL VE MİLLİ İRADE

Erzurumlu Cevat Dursunoğlu kaleminden Mustafa Kemal ve Milli İrade;

Onları (büyük adamları) da tam kavramak için her yönlerinden görülmeleri gerekmektedir. Halbuki biz Mustafa kemal’i çok defa yalnız bir yönünden görürüz. Onda her şeyden önce büyük bir irade adamı görmeye alışmışızdır. Hakikatte bu onun ilk göze çarpan vasfıdır. Onda bu vasfı o kadar kuvvetlidir ki; pek çoğumuz onun bu vasfı,yani iradesinin kuvveti karşısında milli iradenin ikinci plana düşmüş olduğunu sanırız. Bu görüşte büyük bir aldanma payı vardır. Bu da onu tek cepheden cephesiyle görmek itiyadından (alışkanlığından) doğmaktadır. Halbuki o bütün ömründe her şeyden ziyade milli iradeye boyun eğmiş ve umumi efkarı gözetmiştir. Onun bu tarafını göremediğimizin başlıca sebebi çok defa küçük bir zümrenin isteğini umumi efkarın (kamuoyunun) bir tecellisi (belirtisi) sanmamıza karşı, onun bu iki kavramı bir birinden ayırabilmesindeki derin sezişidir…

Ben, onun bu husustaki sezişine ve bu kavram üzerindeki şiddetli ısrarına Müdafaa-i Hukuk’un ilk Erzurum Kongresinde iki defa yakından şahit olmuştum…

Bunlardan birincisi, sonradan “Milli Misak”ımıza temel olan Müdafaa-i Hukuk Nizamnamesi’nin tartışmalarında ileri sürülen bir önerge, ikinciside bu kongrenin yayınladığı beyannamenin sekizinci maddesi tespit olunurken yapılan tartışmadır.

Bu önerge kurulacak olan Müdafaa-i Hukuk teşkilatında vilayetlerde valilerin, kazalarda kaymakamların başkan, askerlik dairesi işlerinin ikinci başkan olmalarını ve bu hükümlerin nizamnameye böylece konulmasını istiyordu. Böyle bir önergenin bir halk toplantısı olan bu kongreden çıkmasına imkan olmamakla beraber bazı arkadaşlar bunun Mustafa Kemal Paşa’nın telkiniyle yapılmış olduğunu tahmin ederek karşılamayı ve bu önergeyi daha Nizamname Komisyonunda reddetmeyi kararlaştırmışlardı. Bu önergeden haberdar edilen Mustafa Kemal Paşa derhal komisyona koştu. Önerge sahibi fikrini müdafaa ediyordu. İlk karşı sözü Mustafa Kemal Paşa aldı. Kurulması istenilen teşkilatın bir halk işi olduğunu ve bu önergenin memlekette milli iradeyi ilk hedef olarak kabul etmiş olan Müdafaa-i Hukuk’un daha şimdiden temelini yıkmak olduğunu ve bizim tek dayanağımızın memleket halkı bulunduğunu açıkladı. Mustafa Kemal’in karşılarında olmayıp yanlarında bulunduğu gören arkadaşlar ferahlamışlar ve teşkilat, halkın malı olarak kalmıştı.

İkinci tartışma beyannamenin “Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde…” diye başlayan sekizinci maddesinin tespitinde yapılmış ve padişahtan derhal Meclis-i Mebusan’ı toplamayı isteyen hükmü bir kısım arkadaşlarımız ağır görmüşlerdi. Bu itirazlara ilk karşı koyan gene Mustafa Kemal Paşa oldu. Uzun bir konuşmadan sonra bu maddenin yazılmasını kendi üstüne aldı ve beş on dakika sonra şu metni verdi:

“8- Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde, hükümeti merkeziyemizin (merkezi hükümetimizin) de iradei milliyeye (milli iradeye) tabi (bağlı) olması zaruridir. Çünkü iradei milliyeye gayri müstenit (dayanmayan) her hangi bir heyeti hükümetin (hükümet kurulunun) indî (kendine göre) ve şahsi mukarreratı (kararları) milletçe mutağ olmadıktan (uyulmadıktan) başka haricen de muteber (geçerli) olmadığı ve olamayacağı şimdiye kadar mesbuk efal (olaylar) ve netayiç (sonuçlar) ile sabit olmuştur. Binaenaleyh (bu nedenle) milletin içinde bulunduğu hali zacret (sıkıntı) ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat tevessülüne (başvurmasına) hacet kalmadan hükümeti merkeziyemizin (merkezi hükümetimizin) Meclis-i Milli’yi hemen ve bilaifatei zaman (zaman kaybetmeksizin) toplaması ve bu suretle mukadderatı millet ve memleket hakkında ittihaz edilecek bilcümle (bütün) mukarreratı (kararları) Meclis-i Millinin murakabesine (denetimine) arz etmesi mecburidir.”

Bu defa eski metin daha şiddetlendirilmiş, üstelik “milletin içinde bulunduğu hali zacret (sıkıntı) ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat tevessül edeceği (başvuracağı)” ilave edilerek Saray milli bir ihtilalle tehdit olunmuştu. Bu, onun Türk milletine ve onun iradesine inancını ve güvenini kesin olarak ifade ediyordu.

Cevat DURSUNOĞLU
Pazar Postası Gazetesi 11 Kasım 1951

4 Temmuz 2018 Çarşamba

ATATÜRK'ÜN TİYATRO SANATCILARI İÇİN OKUL KURMA EMRİ

“1930 yılının Nisan’ındayız. Ankara’da Hamdullah Suphi Bey’in yaptırdığı yeni Türk Ocağı Tiyatrosu’nu açmaya gittik. Bizden üç gün önce orada (Marie Bell-Charles Boyer) topluluğu oynamıştı. Hemen arkadaşlarımızla biz başladık. Repertuarımızda Hamlet, Murai, Muhayyel, Hasta gibi klasikler ile Alman, Fransız modern piyesleri vardı.

Temsillerimiz umduğumuzdan çok ilgi gördü. Gazi Mustafa Kemal Hazretleri de geldi. Halkın gösterdiği rağbet üzerine programı üç gün daha uzattık.

Ayrılacağımızın 11 Nisan 1930 Cuma günü Karpiç lokantasının özel bir salonunda Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Cemal Hüsnü (Taray) Bey sanatçılar şerefine bir öğle yemeği verdi. Bu yemeğin sonuna doğru Maarif Vekilini telefona çağırdılar. Sofraya döndükleri zaman Gazi Hazretleri’nin bizi bu akşam Marmara Köşkü’nde kabul buyuracaklarını müjdelediler.

Marmara Köşkü’nde 11 Nisan 1930 Cuma akşamı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın huzurunda sanatçıların geçirdikleri bu gece Türk tiyatrosuna yeni bir umut ve ufuk açmıştır.

Gazi, baş başa kaldığımız zaman:

-Siz, benim tâ ateşemiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Böylesine birbirine bağlı bir sanat topluluğunu kendi imkânlarınızla hazırlayıp bize getirdiniz, gösterdiniz. Şimdi, ben Devlet Reisi olarak size soruyorum. Hükûmetten ne gibi bir yardım istersiniz?

Benden cevap bekleyen Gazi Mustafa Kemal’e:

-Bir tiyatro mektebi istiyorum Paşam, diyebildim.

Gazi Hazretleri, hemen, vaktin geç olmasına rağmen, Başvekil (Başbakan) İsmet Paşa’ya haber gönderdi ve çağırttı.

-Paşam sizi rahatsız ettim, fakat mühim bir hususu size arzetmek istiyoruz. Diye beni tanıştırdı. Bana da:

-Haydi, isteğinizi Paşa’ya tekrarlayın. Buyurdular.

-Bir tiyatro mektebi istiyoruz Paşam. Dedim.

O akşam Gazi Hazretleri, hemen bütün erkân ortasında Türk tiyatro sanatçıları için cömertçe dağıttıkları iltifattan sonra söyledikleri nutku şöyle bitirmişlerdi:

-Efendiler!.. Hepiniz meb’us olabilirsiniz!.. Vekil olabilirsiniz!.. Hattâ Reisicumhur olabilirsiniz!.. Fakat sanatkâr olamazsınız!.. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.”(1)

Muhsin Ertuğrul

11 Nisan 1930 Cuma

ATATÜRK DOĞRU KONUŞANLARI SEVERDİ

Orman mühendisi olarak Kastamonu bölgesinde çalışıyordum. Atatürk 1924 tarihinde Kastamonu’ya geldiğinde vilayette bir toplantı yapmışlar ve her dairenin müdür ve ileri gelenlerine, “Cumhuriyetin ilanından sonra ne gibi aşamalar ve ilerlemeler oldu, eksiklerimiz nelerdir, sonuçları nasıldır?” gibi sualler sorarak cevap istemiş ve noksanlıkları tespite çalışmışlardı.

Fakat toplantıda her yetkili ayağa kalkıp ciddiyetten uzak bir şekilde Cumhuriyet dönemini övüyor, eskiden halimiz yürekler acısıydı, perişandık gibi dalkavukça ifadelerle Cumhuriyet devrini methedip, övgüler yağdırıyorlardı.

Önceleri Atatürk bu konuşmaları ciddiyetle dinlerken sonraları üzüntülerini her hallerinden belli etmeye başlamış ve memurlara aynı sualleri alay ederek tekrar tekrar sorup, onlara aynı şeyleri tekrar tekrar anlattırmıştı. Fakat her hallerinden üzüldükleri ve kızdıkları belli oluyordu.

Sıra bizim Orman Baş Müdürü Avni Bey’e geldi. Avni Bey çok zeki, akıllı ve konuşmaları olsun, hareketleri olsun çok kontrollü bir kişiydi. Durumu hemen fark etti. Sualler kendisine yöneltilince gayet soğukkanlı bir şekilde, “Paşam,” dedi, “inanın eskiden personelimizin bir kısmını tanımazdık. Zamanında aylıklarını veremezdik. Şimdi bütün personelimizi tanıyor, biliyor ve hak ettiklerini zamanında ödeyebiliyoruz. Fakat bir çok eksikliklerimiz var,” diye bütün eksiklikleri sıraladı. Sonra da konuşmasına şöyle devam etti:

“Paşam, ormancılıkta emeğin meyvesi kısa zamanda alınmaz. Bizler elimizden geldiği kadar çalışıyoruz. Bu çalışmaların meyvelerini görmek için uzun bir zamana ihtiyaç var. Öyle zannediyorum ki, ileride iyi haberler vereceğiz, kalıcı ve güzel eserler sayılacak bir çalışmanın başlangıcındayız. Şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir.” diyerek bağladı.

Bu konuşma Ata’nın çok hoşuna gitmiş, bütün söylenen eksiklikleri tek tek not ettirmiş ve Ankara’ya gittiklerinde bu noksanlıkları yerine getirmeye çalışmışlardı. Daha sonraları Atatürk, bu sözü ve özü doğru olan Avni Bey’i unutmamış, merkeze aldırmışlardı. Avni Bey, orada da ciddi çalışmalar yaparak Türk ormancılığına unutulmayacak hizmetler ve eserler vermiştir.

Prof. Dr. Abdulgafur Acatay