3 Şubat 2019 Pazar

CUMHURİYETİN ONUNCU YILDÖNÜMÜ BALOSU

Cumhuriyetin Onuncu yıldönümü münasebetiyle, Ankara’daki o zamanın en büyük yapılarından, muhteşem Ziraat Bankası merkezinde, büyük bir balo veriliyordu.

Bankanın davetlisi olarak gelmiş yüzlerce mebus, memur, tüccar ve her sınıfa mensup erkek, kadın muazzam bir kalabalık, bedava büfelerde yiyip içerek, neşe ve şetaret içinde, caz sesleri ile çınlayan geniş holde dans edip duruyorlardı. Saat 22’ ye doğru, birden bire:

-Gazi geliyor!..

Sesleri ile ortalık karıştı.

Herkes, onu karşılamaya koştu.

Gazi, her zamanki mütebessim çehresi ile göründü, maiyetinde Ruşen Eşref, Afet Hanım ve saireleri ile birlikte, ağır ağır ilerleyerek, alkışlarla kendisini selamlayanlara, iltifatlar ede ede, içeri girdi.

Caz susmuş, dans durmuştu. Tarif edilmez bir heyecan ve coşkunlukla kaynaşanlar arasında, büsbütün kaplarına sığamayanlar, Gazi’nin oraya, nihayet huzuriyle şeref vererek, samimi bir hava içinde hoşça bir vakit geçirmeye geldiğini unutmuşlar gibi, hitabelere başladılar.

Sandalyelerin üstüne çıkarak, ona hitaben; sevgi ve saygılarını ilanla, içlerini dökmeye başlayanlar meyanında, lafı uzatarak, zemin ve zamana uymayacak mevzulara dalanlar da görülünce, Gazi sinirlenir gibi oldu, ve sesini yükselterek:

-Bu böyle olmaz!.. Herkes söylüyor, sözler birbirine karışıyor. İçinizden birini seçin de konuşmak isteyenlere sıra ile, o söz versin… dedi.

-Sizi seçtik… Sizi!.. diye cevap verdiler…

-Öyle ise… açılın… Meydanı boş bırakın!..

Diyen Gazi, etrafını sarmış olan kalabalığı bir nizama koyup ferahlayınca, konuşmak isteyenleri, birer birer, hemen kaşla göz arasında kuruluvermiş olan kürsüye davet etmeye başladı.

İlk kürsüye çıkanlardan, Ziraat Bankası mensubu olduğu anlaşılan biri, bermutat lafı uzatarak, nihayet bu bankayı göklere çıkarırcasına methe koyulunca, Gazi kendini tutamadı:

-Yooo!.. diye sözünü kesti. Ziraat Bankası’nın hizmetlerini kimse inkar edemez ama, bu kadar da değil… Bakın… Bu muazzam banka sarayının köylüler tarafından yapıldığını hep biliyoruz ama, bu bankanın henüz bir tek köylü olsun böyle mamur ve müreffeh bir hale getirdiğini görmedik…

Gazi’nin, belki de, laf ebeliğine hevesli bazılarının, balonun neşe ve şetaretini ihlal edecek bir nutuklar curcunasına teşebbüslerini önlemek maksadıyla vaki olan bu müdahalesi, artık nutuklardan vazgeçilerek, eğlenceye devamı ihtar mahiyetinde olduğu halde, bunu anlamayarak, söz isteyenler eksik değildi.

Bu suretle, kürsüye çıkan bir genç de, şöyle söze başladı:

-On dört milyon vatandaş namına hitap ederken…

Gazi bunun da sözünü kesti:

-Hayır… O kadar az değil…

-Yirmi beş milyon vatandaş…

-O kadar da çok değil… Fakat… diye umuma hitaben Gazi:

-Fakat… bu genç çocuğa, bütün millet namına konuşmak salahiyet ve hakkını kim verdi?

Deyince, delikanlı, onun huzurunda böyle patavatsızca konuşmanın imkanı olmadığını idrak ederek, süklüm püklüm kürsüden çekildi. Ama, hala “susmak” lazım geldiğini bir türlü anlamayanlar vardı. Bu seferde başka biri kürsüde göründü ve Gazi’ye şöyle hitap etti:

-Sen, Türk tarihinin en büyük adamısın! Maziden miras kalan bütün kötülükleri yıktın. Millet sana minnettardır. Ancak, bir de bürokrasi denen musibeti ortadan kaldırmış olsaydın…

Gazi’nin her zaman samimiyetle ışıldayan mavi gözlerinde, birden bire sanki şimşekler çaktı. Elini kaldırarak:

-Dur!.. dedi. Yaşı itibariyle hiçbir memuriyette bulunmadığı muhakkak olan bu genç, görülüyor ki, şikayet mevzuu yapmak istediği şeyin ne olduğunu bile bilmiyor. Bürokrasi demek, nihayet devlet idaresi demektir. Onun şikayet etmek istediği, fakat ismini bilemediği şey ise papörasi, yani kırtasiyeciliktir ki, biz onu çoktan tarihe göndük.

Bu delikanlı da, tam manasıyla ve hakikaten hak ettiği gibi ağzının payını aldıktan sonra renkten renge girerek, sessizce çekilip gitti…

Fakat, hala Gazi’nin “Artık hitabelerden vazgeçilmesini” istediğini anlamayanlar yok değildi. İşte bir de bahriyeli kürsüye çıktı:

-Bu memleket gençliği… diye, hararetle konuşmaya başlıyor ve Türk gençliğinin, memleket aşkı ile yanan yüreğinin safiyetini, berraklığını, Gazi’ye de ne kadar bağlı olduğunu pek güzel anlatırken, birden bire sapıtarak; “Bütün bunlara rağmen bu gençliğin ihmal edilmekte olduğunu” iddiaya kalkıyor ve nihayet, dönüp dolaşarak, sözü kendi şahsına getirip, hala terfi ettirilmediğinden şikayet ediyordu.

Bu manasız şikayet faslına gelinceye kadarki uzun sözlerini, sabır ve sükunetle dinleyen Gazi, laf, terfi ettirilmediği mevzuuna gelince, artık sabrı tükenerek:

-Sus!.. diye bağırdı. Asla gençliği ihmal eden yoktur. Elbette bütün gençlerle teker teker meşgul olamam. Ben ancak gençliğin başında bulunanlarla görüşürüm ve daima görüşürüm. Hem sen… Baksana yüzbaşısın!..Türkiye’de yüzbaşı olmak için, orta, lise, yüksek tahsil mecburiyeti olduğuna, bir de laekal on beş senelik bir zamana mutavakkıf bulunduğuna, ondan sonra da yine senelerce kıtada hizmet lazım geldiğine göre; yaşın kaç ki, yüzbaşılığı az buluyorsun?.. Çocuk!..şükret ki, yüzbaşısın.

Feridun KANDEMİR

ATATÜRK'ÜN ÖĞÜDÜ

Atatürk’ün, 2 Eylül 1928 de Gelibolu ve 24 Aralık 1930 da Edirne Kız Öğretmen Okulu’nu ziyaretlerinde O’na çiçek sunan ve Atatürk’ün isteği ile tarih öğretmeni olup, İkinci Türk Tarih Kongresi’ne Gelibolu Ortaokulu tarih öğretmeni olarak katılan Refet Angın anlatıyor:

20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında yapılan İkinci Türk Tarih Kongresi’nde delege olarak bulunuyordum.

Dolmabahçe Sarayı’nda kongre çalışmaları devam ederken Afet İnan hanım, beni, bir gün Atatürk’e şöyle tanıttı:

-"Size, çiçeği burnunda bir tarih öğretmeni tanıtmak istiyorum."

Atatürk, bu söz üzerine dedi ki:

-"Çocuk, sen geç kalmışsın; ben, onu tanıyorum."

Ben de:

-"Paşam, ben emrinizi yerine getirdim ve tarih öğretmeni olarak emrinizdeyim, "dedim.

Atatürk:

-"Bak, öğretmen olmak kâfi değil; görev şimdi başlıyor. Şunu iyi bil ki, çok iyi öğretmen olacaksın. Çok okuyacaksın. Sen, zaten okuyorsun; ama, daha çok okuyacaksın. Talebelerini, çok iyi yetiştireceksin. Onlara, Kurtuluş Savaşı’nı çok iyi öğreteceksin. Ve bu arada Çanakkale Savaşlarını sakın unutma!" dedi.

Ben:

-"Efendim, biliyorsunuz, ben Geliboluluyum," dedim.

Atatürk:

-"Evet, biliyorum. Bak, çocuk; bunu neden söylüyorum? Bizi, bu günlere getiren Çanakkale Savaşlarıdır. Ezkaza biz onu kaybetse idik, bugün hür dünya camiası yoktu," diye konuşmasına devam etti.

Ben ise:

-"Tamam, Paşam! Emredersiniz! "şeklinde karşılıklar veriyorum.

Atatürk, sözlerine şunları da ekledi:

-"Bak, çocuk; sana bir şey daha söyleyeceğim. İnkılâpları ve ilkeleri yaşatacaksın. Gerektiğinde mücadele edeceksin. Sakın ha, unutma!"

Ben:

-"Paşa’m, nasıl unuturum? Cumhuriyeti nasıl kazandık? Siz, Yüce Kahraman Atatürk’sünüz," diye cevap verdim.

Atatürk, sözlerini şöyle bitirdi:

-Biliyorum; ama, yine de unutma diyorum!"

Kaynak: Ahmet Bekir Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk 1928-1938, Cilt:II, s.877-878