29 Aralık 2018 Cumartesi

ATATÜRK VE AHMET RASİM

Ahmet Rasim meslek yaşamının elli ikinci yılında işsiz kalmış, Ankara’ya iş aramaya gitmişti. Üstat altmış üç yaşındaydı ve o güne dek yüz kitaba imza atmıştı. Ankara’ya gittiğinde, yolda o dönemin ünlü gazetecilerinden İsmail Müştak ile karşılaştılar. Ahmet Rasim’i Ankara’da görmek, İsmail Müştak’ı şaşırtmıştı.

-“Hayrola üstat?” dedi. “Sizin Ankara’da ne işiniz var?”

Ahmet Rasim “işsiz kaldım” demedi de… 

-“Fırıncılar ekmeği yuvarlak yapıyor, ekmek elimden kaydı, Ankara’ya kadar yuvarlandı. Ben de ekmeğin peşinden geldim!” dedi.

Bu anlatım, İsmail Müştak’in çok hoşuna gitmişti. Ahmet Rasim’den ayrılırken hâlâ gülüyordu. O kadar ki, akşam Atatürk’ün sofrasında da Ahmet Rasim’in sözlerini yineleyerek orada bulunan arkadaşlarını neşelendirmek istedi. Ne var ki Atatürk’ün hoşuna gitmemişti işittikleri. İsmail Müştak’a çıkışır gibi sordu:

-“Peki, Ahmet Rasim Bey’in iş meselesiyle alakadar oldunuz mu?”

İsmail Müştak mahcup halde, 

-“Hayır, Paşam!” dedi.

Atatürk:

-“Peki ya, üstadın nerede kaldığını öğrendiniz mi?”

Bu soruya da olumsuz yanıt verilince, Atatürk’ün enikonu canı sıkılmıştı:

-“Türk irfanına yarım asırdan fazla bir zamandan beri hizmet etmiş yaşlı ve muhterem bir zat işsiz kalıp Ankara’ya kadar geliyor, siz ona yardımcı olmuyorsunuz. Hatta nerede kaldığını dahi sorup öğrenmiyorsunuz…” diyerek eleştirdi.

Sonra hemen bir araç çıkartarak, Ankara otellerinde Ahmet Rasim’i arattı. Dönemin Ankara’sında çok sayıda otel yoktu zaten. Üstadı bulmak zor olmamıştı. Hemen araca bindirip Atatürk’ün yanına götürdüler.
Atatürk, Ahmet Rasim’i kapıda karşıladı. Sofraya buyur etti. Yanına oturttu. Kendi eliyle ona ikramlarda bulundu. Hatırını sordu. Atatürk, özellikle Balkan Savaşı yıllarında Ahmet Rasim’in cepheleri dolaşarak yazdığı röportajları ilgiyle izlerdi. Ondan sonraki dönemlerde de, üstadın yazılarını hayranlıkla okurdu. Bu değerli kalem sahibinin işsiz kalması Paşa’ya dokunmuştu. Bir ara kulağına doğru eğilerek:

-“Üstadım, münhal bir mebusluğumuz var. Kabul buyurur musunuz?” diye sordu.

Ahmet Rasim o kadar etkilenmişti ki, bu incelikli iş önerisi karşısında dayanamadı, kalktı, Atatürk’ün elini öpmek istedi ve şöyle dedi:

-“Ekmek, gerçekten Aslan’ın ağzında imiş!”

Atatürk üstada elini öptürmedi; bir emeklilik ikramiyesi gibi, 1927’den 1932 yılında ölümüne kadar İstanbul milletvekili olma şansını verdi. 

Kaynak:mustafakemalim.com

3 Aralık 2018 Pazartesi

SAMSUN YOLCULUĞU VE SAMSUN'A VARIŞ

Galata rıhtımından, 16 Mayıs günü akşam üzeri kalkan bir motorla Bandırma vapuruna geldik. Vapur, Kızkulesi açıklarında demir atmış bizi bekliyordu. Hemen hareket ettik.

Karadeniz’de müthiş bir dalga vardı. Vapurumuz, denizde fındık kabuğu gibi sallanıyordu. Bizleri deniz tutmuştu. Boyuna kusuyorduk. Kamaramızdan dışarı çıkamaz hale gelmiştik. Deniz biraz durulunca güverteye çıkıyor, biraz hava alıyorduk. O zaman Atatürk de kaptan köşküne çıkıyor kaptana emirler veriyordu.

18 Mayıs günü, öğleye doğru Sinop’a gelindi. Deniz biraz sakinleşmişti.  Sinop açıklarında vapurumuz demirledi.

Atatürk, Samsun’da ordu müfettişi olarak gösterişli bir karşılama yapılsın istiyordu. Bu ilgiyi kendisi için istemiyordu; fakat hem dış güçlere karşı bir gözdağı olur, hem de morali bozulmuş halk üzerinde etkileyici bir rol oynar düşüncesinde idi. Çünkü Samsun’da bile bir İngiliz kontrol birliği yerleşmiş; yöredeki bütün milli hareketleri kontrol ediyor ve gerekli önlemleri Osmanlı hükümetine aldırıyordu. Bu nedenle, gemiye istenen bir sandalla sahile çıkıp telgrafhaneden, Samsun Tümen Komutanlığı’na, Samsun’a gelmekte olduğumuzu bildiren bir telgraf çektik. Bazı ihtiyaçları da alarak gemiye geri döndük. Hemen hareket edildi. Fakat denize açılınca vapur yine sallanmaya başladı. Hepimiz sarhoş gibiydik. “Allah’ım, sahile hayırlısı ile bir çıksak!” diye dua ediyorduk.

Nihayet 19 Mayıs 1919 günü sabah saat altı sularında gün ağarırken Samsun görüldü. Deniz de iyice sakinleşmişti. İnmek için hazırlıklara başladık. Hepimiz perişandık. Sağ salim karaya çıkacağımız için Allah’a şükrediyorduk.

Bir ara vapurun güvertesine bir göz attım. Bir de baktım ki, Atatürk tıraş olup, tertemiz paşa elbiselerini giyinmişler; sapasağlam ve dipdiri, bir heykel gibi, bir kuvvet ilahı gibi elleri arkalarında Samsun’a bakmıyorlar mı? Sanki fındık kabuğu gibi üç gündür sallanan bu vapurla o yolculuğu yapmamışlardı. Ben, onu görünce halimizden utandım. Çünkü, Atatürk de bir kara subayı idi. Kendileriyle ta Halep’ten beri beraberdim. Belki de, on defa açık denizde yolculuk yapmamışlardı. Hemen kamaralarımıza koşarak kendimize çeki düzen verdik. Tıraş olup, kılık kıyafetimizi Atatürk’e uyacak şekilde düzelttik. Sonra küçük bir sandalla sahile çıktık. Sahilde bizi, derme çatma bir bando ve oradan buradan toplanan derme çatma küçük bir askeri birlik ve halk karşıladı. Sahile çıkar çıkmaz, emrindeki bütün askeri birlik ve idare amirliklere telgraf çektirerek son askeri durum hakkında acele rapor ve bilgi vermelerini emrettiler.

Ertesi gün, İzmir’in işgali nedeniyle Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya, “İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali; yakından ilgilendiğim ordu mensuplarını ve milleti düşünülemeyecek derecede üzmüştür. Bu gibi hareketleri kesinlikle kabul etmeyeceklerdir.” diye bir telgraf çekmişlerdir.

Muzaffer Kılıç

29 Kasım 2018 Perşembe

KONYA ATATÜRK ANITI

Konya Atatürk Anıtı, Türkiye Cumhuriyeti'nin Sarayburnu Atatürk Anıtı'ndan sonra yapılan ikinci anıtıdır.

1924 yılında Konya Belediye Meclisi'nin bir Atatürk anıtı yapılmasına karar vermesinden sonra, yer olarak kentin batısındaki İstasyon Caddesi uygun bulunmuş, meydanda bulunan 1917 yılında Mimar Muzaffer tarafından  Tarım Anıtı olarak yapılan Konya Ziraat Abidesi’nin de kaide olarak kullanılması uygun görülmüştür.

Ankara Zafer Anıtı'nın da heykeltıraşı olan Heinrich Krippel tarafından yapılan Konya Atatürk Anıtı, 29 Ekim 1926'da Cumhuriyet Bayramı’nda büyük bir törenle açılmıştır.

Beyaz mermer kaide(6.50m) ve bronz Atatürk heykelinden(2.80m) oluşan anıtta, Mareşal üniforması içinde ayakta duran Atatürk, sağ ayağı önde ve sol eli kılıcının kabzasında, sağ eli öne uzanmış ayaklarının dibinde yükselmekte olan bir demet buğday başağına dokunur şekilde tasvir edilmektedir. Buradaki başak ulusal kalkınmayı ve Anadolu aydınlanmasını simgelemektedir.

Heykelin kaidesi olarak kullanılan Ziraat Abidesi; sekizgen bir havuzun içerisindeki platformun üzerine yapılmıştır. Platformun birinci basamak seviyesinde köşelerde küçük havuzlar yer almaktadır. Dört cephesi taç kapı şeklinde tasarlanmış anıtta, her yönde altı basamaklı merdivenler bulunmaktadır. Merdivenlerden çıkıldıktan sonra, içi boş olan kare şeklindeki anıta ulaşılmaktadır. Anıtta kitabe bulunmamaktadır.

SARAYBURNU ATATÜRK ANITI

Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı için Samsun’a giderken İstanbul’dan hareket ettiği yere, Sarayburnu'na yaptırılan Atatürk Anıtı;  Türkiye'nin ilk anıt heykelidir. Heykel aynı zamanda Türkiye'de dikilen ilk Atatürk heykelidir.

Sarayburnu'na bir Atatürk heykeli dikilmesi fikri dönemin Belediye Başkanı Emin Erkul'a aittir. Belediye Meclisi tarafından da onaylanan bu önerinin gerçekleştirilmesi için bir komisyon kurularak çalışmalara başlanmıştır. Heykelin yapımı heykeltıraş Heinrich Krippel'e verilmiştir. Heykel sanatçının Viyana’daki atölyesinde, dökümü de Viyana’da Birleşik Maden İşletmelerinde yapılmış, parçalar halinde Türkiye’ye getirilmiş ve heykeltıraşın denetiminde yerine oturtulmuştur. 25 Ağustos 1925 tarihinde yapımına başlanan anıt, 3 Ekim 1926'da törenle açılmıştır. İstanbul halkı anıta büyük ilgi göstermiş ve gecenin geç saatlerine kadar akın akın seyre gelmiştir. Atatürk; heykelin açılışından sonra belediye yetkililerine gönderdiği telgrafta şunları söylemiştir:

"Muhterem İstanbul Halkının ilk defa heykelimi dikmek suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm-i küşat münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı samimi teşekkürlerimi arzederim. Sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır."

Anıt, mermer kaide ve bronz heykel olmak üzere iki kısımdan oluşmakta ve İki kademeli dörtgen bir platform üzerinde bulunmaktadır. Kaidenin üç cephesine bronz madalyon şeklinde yazıtlar monte edilmiştir. Fakat artık bunların hiçbirisi mevcut değildir.

Atatürk, dikdörtgen kaide üzerinde sivil giysili devlet adamı kimliğiyle görülmektedir. Sarayburnu Atatürk Anıtı, ele alınan dönem içinde Atatürk’ün devlet adamı olarak betimlendiği az sayıdaki örneklerden birisidir. Atatürk’ün sol eli beline dayalı, sağ elini yumruk biçiminde sıkarak aşağıya doğru uzatmış, başı dik, kaşları hafif çatık, gözleri hafif kısıktır; dinamik duruşuyla kararlı bir ifade içinde görülmektedir.

Heykelin kaidesinin önünde Hattat Kamil Akdik’in yazısı ile "tarihi ihtilas 1336", arka yüzünde heykelin dikiliş tarihi 1926, yan tarafında Cumhuriyet’in ilân tarihi yazılmıştır.

12 Kasım 2018 Pazartesi

9 Kasım 2018 Cuma

1 Kasım 2018 Perşembe

CUMHURİYET YURTTAŞIN ADAM YERİNE KONULMASIDIR.

Sıcak bir ağustos günü öğle vakti.Atatürk; Ulus'ta sık,sık gittiği  Karpiç lokantasında   cam kenarında oturmuş yoldan  geçenleri seyrediyordu.

Lokantanın tam karşısında  sırtında bakır ibrikle  soğuk şerbet satan  şerbetçiyi  görerek yanına getirilmesini ister.  Atatürk'ün huzuruna İbriği sırtında  ter kan içinde çıkarılan şerbetçi, biraz endişeli ve şaşkındır.
  
Atatürk; şerbetçi  kendisine de bir bardak soğuk şerbet  verdikten sonra sırtındaki ibriği yere bırakıp  karşısına oturmasını ister. Bir an tereddüt eden ve adeta kendisini rüyada sanan şerbetçi Atatürk’ün dediklerini yerine getirip karşısına sıkılarak oturur. 

Atatürk garsonlara onun içinde masaya bir servis açmalarını ister. Hoş beşten sonra Atatürk o emsalsiz zekasıyla halkın yeni ilan edilen cumhuriyet hakkındaki düşüncesinin ne olduğunu tespit etmek için şerbetçiye;

-“Cumhuriyet nedir” diye sorar.

Yerinde şöyle bir doğrulan ve adeta bir anda değişim geçiren  şerbetçi;

-“Cumhuriyet; benim gibi bir garibanın Türk ulusunun kurtarıcısı olan Ata'sının masasında oturabilmesi, kısacası adam yerine konulmasıdır!” der.

Bunun üzerine Atatürk karşısında duran yaverine; o mavi gözleri çakmak, çakmak;

-“Bak çocuk, bak! Cumhuriyet maya tutmuş.” diye bir çocuk sevinciyle bağırır.


Ayağa kalkar ve gitmekte olan şerbetçinin  ibriğini sırtına almasına yardım eder.

4 Ekim 2018 Perşembe

SİZ TÜRK ÇOCUKLARI BENİM PARÇAMSINIZ


Atatürk bir okula gitmişti. Her zaman olduğu gibi bütün çocuklar etrafını sardı. Hepsi sevinç içinde onu alkışlıyordu. Yalnız küçük bir çocuk bir kenara çekilmiş, ilgisiz gibi duruyordu. Bu durum Atatürk’ün gözünden kaçmadı. Onu yanına çağırdı:

- "Çocuğum, neden durgunsun? Bir derdin mi var? Hasta mısın?"

Çocuk:

-" Bir şeyim yok efendim."

Çocuk arkasını döndü, gözlerinden akan yaşları gizlice sildi.

Atatürk:

-" Niçin ağlıyorsun yavrum? Sen ağlayınca ben çok üzülüyorum."

Küçük çocuk, o vakit yaşlı gözlerini Atatürk’e çevirdi:

- "Atam, seni böyle yakından görmek isterdik. Geldin, gördük, sevindik. Ama artık sıramızı savdık. Bir daha seni ne zaman göreceğiz? Ona ağlıyorum."

 Atatürk oradaki çocuklara baktı:

-"Beni ne zaman görmek isterseniz aynaya bakın. Siz Türk çocukları benim birer parçamsınız. Bende sizin."

Kaynak: Ahmet Bekir Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk 1928-1938, 

ANKARA ULUS ZAFER ABİDESİ

Ankara Ulus Meydanı’nda bulunan Zafer Abidesi, Yeni Gün Gazetesi sahibi Yunus Nadi Bey’in önderliğinde Türk ulusunun maddi katkılarıyla yaptırılmıştır. 24 Kasım 1927 tarihinde tamamlanan anıt, heykel; bronz, kaide, kırmızı taş ve mermer olarak Avusturyalı Heykeltraş Heinrich Krippel eseridir.

Anıt bir heykel grubu olarak tasarlanmış ve tamamlanmıştır. Burada esas vurgulayıcı olan, Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği birlik beraberlik sonucu ortaya çıkan başarıdır. Üçgen bir kaide üzerinde duran heykel grubu, Cumhuriyetin kurulduğu Büyük Millet Meclisi ve İstasyon yönüne bakmaktadır.

Kaide üzerinde Mareşal üniforması ve atı ile birlikte Mustafa Kemal Atatürk, kaide önünde iki Mehmetçik bulunmaktadır. Bunlardan sağdaki, arkadaşlarını savaşa çağıran, soldaki düşmanı gözetleyen Mehmetçik heykelleridir. Arkada ise mermi taşıyan Türk kadını heykeli bulunmaktadır.

Heykel grubunun tam ortasında, çokgen bir kaide üzerinde yine çokgen plana sahip ve daralarak yükselen anıtın asıl kaidesine ulaşılır. Mermerden olan bu kaidenin güney cephesinde üstte, Sakarya’da düşmanı yenen Türk askeri; altta savaş sırasında Mustafa Kemal, komutanlar ve Türk askerinin tasvir edildiği kabartmaların yer aldığı iki pano bulunmaktadır. Anıt kaidesinin kuzey cephesinde mermere kazılmış kabartma iki panodan üsttekinde zaferden sonra resmi geçit yapan Türk askeri, alttakinde ise kağnılarla cepheye silah ve cephane taşıyan Türk köylüsü tasvir edilmiştir.

Mermer kaidenin ön yüzünde, içeri girinti yapan üç yüzlü bölümün üst kısmında, üç adet doğan güneş motifi ve bunları çerçeveleyen çelenk motifi bulunmaktadır. Anıtın çokgen kaidesinin daralarak yükselen en üst kısmında anıtı çevreleyen, bir sıra halinde Mustafa Kemal’in altın varakla yazılmış özlü sözleri bulunmaktadır. Anıtın mermer kaidesinin arka yüzünde, ortada kabartma olarak topraktan çıkan ancak bir dalı kırılmış ve kırık yerin üzerinden daha gür bir şekilde yükselen hayat ağacı motifi bulunmaktadır.

Üzerindeki özlü sözlerle, sanat ve tarihi değeri büyük olan kabartmaların bulunduğu oldukça yüksek mermer kaide üzerinde, şartnamede sivil giyimli bir cumhurbaşkanı olarak tasvir edilmiş, doğal büyüklükte bir bronz heykelin dikilmesine karar verilmiş iken, o günün şartları içinde mareşal üniformalı Gazi Mustafa Kemal, dört ayağı üzerine sağlamca basan Sakarya isimli atı üzerinde bronzdan tasvir edilmiştir.

Ulus Atatürk Anıtı, Ankara Valiliğinin katkılarıyla Kültür Bakanlığı tarafından 2002 yılı Ağustos ayı içerisinde gerçekleştirilen restorasyonla, onarımı ve temizliği yapılarak bugünkü görünümüne kavuşturulmuştur.

Anıttaki Yazılar:

Kaidenin en üst kenarını çevreleyen kuşakta;

"Türk milleti, muzaffer istihlas ve istiklal cidalini ve muazzam asri inkılaplarını, en manidar bir remz ile, en iyi ifade edebilecek şekli, yukarki hakiki timsalde bulur."

Kaidenin ön cephesinde;

"Artık badema, sine-i millete bir ferdi mücahit olarak çalışacağım. 8 Temmuz 1919, Erzurum."
"Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."

Kaidenin sağ tarafında;

"Düşman ordusunu vatanın harimi ismetinde boğarak, behemahal naili halas ve istiklal olacağız. 6 Ağustos 1919"

Kaidenin sol tarafında ise;

"Düşmanın ana sıra asliyesi imha edilmiştir. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri. 1 Eylül 1922" yazmaktadır.

Kaynak: Cumhuriyet Dönemi Anıt Heykelleri, Yrd. Doç. Dr. Kıvanç Osma, Ankara 2003. ISBN: 975-16-1678-6. Sayfa: 40- 45

1 Eylül 2018 Cumartesi

İZMİR CUMHURİYET ANITI

İzmir Cumhuriyet Meydanı'nda yer alan Büyük Önderimizin “Ordular  ilk hedefiniz Akdeniz ‘ dir ileri !” komutunu simgeleyen anıt, 1932 yılında Pictro CANUNİCA tarafından yapılmıştır. Atatürk'ü üniforması ile at üzerinde tüm heybeti ile gösterir.

Heykelin kaide tasarımı Y.Mimar Asım Kömürcü'ye aittir. Atatürk anıtı 18 Temmuz 1932'de İzmir Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz'un açılış konuşmasının ardından, dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün sözleri ile açılmıştır.

Heykelin kaidesinde kabartma olarak Atatürk'ün “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri” sözleri yazılıdır. Kaidenin ön yüzünde elinde bayrak tutan kadın, çocuk ve asker tasvir edilmiştir. Böylece Kurtuluş Savaşı'nda milletin top yekûn mücadelesi anlatılmak istenmiştir.

Kaide üzerinde Atatürk at üzerinde üniformalı olarak sağ eliyle denizi gösterir vaziyette tasvir edilmiştir.

HATAY

 
Samsun Lisesi’nde Coğrafya dersine girmesi ile ilgili hatırayı da Eflatun Cem Güney şöyle anlatıyor:
Gazi, bu yurt gezilerinden birinde Samsun’a uğramıştı. Lise’de sınıflara girip çıktı. Hasan Ali Yücel Bakanlık Müfettişi, ben de o Lise’nin bir idarecisi olarak emirlerinde bulunuyorduk.

Coğrafya dersinde çocuklardan birine yurt (Türkiye) haritası çizdirdi. Çocuk kendisine inanan bir rahatlıkla tebeşiri yürüttü ve umulmadık bir çabuklukla yurt haritasını yazı tahtası üzerine çizdi.  Hatay henüz bizde olmadığı için sınırlarımız dışında gözükmekteydi.

Gazi, şöyle bir baktı. Sonra tatlı, yumuşak bir sesle:

—"Oğlum, dedi; şu senin haritada bin yıllık bir yurt parçası sınırlarımızın dışında kaldı. "

Bu tomurcuk yavrunun körpe zekâsı, bir çift mavi gözle kamaşmıştı. Bilerek, bilmeyerek tebeşiri uzattı. Gazi de çocuğun titreyen parmaklarından aldı ve güney sınırlarımızı düzeltti. Herkes göz kulak kesilmişti. Çizdiği sınır Hatay topraklarından geçiyordu.

Çocuğa döndü:

—"Böyle olmayacak mı?" dedi.

Bu küçük çocuk, büyük bir cevap verdi:

—"Sınırlarımız çizdiğiniz yerden geçer."

Kaynak: Ahmet Bekir Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk 1928-1938, Cilt:II, s.660

28 Ağustos 2018 Salı

15 Ağustos 2018 Çarşamba

ERZURUM ATATÜRK MÜZESİ

Erzurum’da Atatürk Evi Müzesi olan bina 1890 yılında yaptırılmış ve eski Erzurum evleri tipinde bir konaktır. l915-1916 yıllarında Alman Konsolosluğu olarak kullanılmıştır.

Bu bina 12 Mart l918’de Erzurum’un işgalden kurtuluşundan sonra Erzurum Valiliği’nin ikametgahı olmuştur. Erzurum Valisi Mahir Akkaya 3 Temmuz 1919 yılına kadar burada oturmuştur.

Atatürk, 9 Temmuz-29 Ağustos 1919 da Erzurum Kongresi çalışmaları sırasında, Hüseyin Rauf Bey ve arkadaşları ile bu evde kalmıştır.

Atatürk’ün Erzurum’dan ayrılmasından sonra ev yeniden vali konağı olarak kullanılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra 3 Eylül 1924’de Erzurum’da meydana gelen depremden sonra Atatürk eşi Latife Hanım ile birlikte 30 Eylül 1924 günü Erzurum’a gelmiş ve Belediye Başkanı Nazif Bey tarafından Erzurumlu bir kuyumcuya yaptırılan altın anahtar ile bu evin tapusu Atatürk’e Erzurum adına takdim edilmiştir.

Atatürk’ün ölümünden sonra da bu ev kız kardeşi Makbule Baysan’ın isteği ile Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışlanmıştır. Ev 3 Ekim 1984’de de Kültür Bakanlığı yönetiminde Atatürk Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Erzurum Kongresinin yapıldığı günleri yansıtmak amacıyla o günlerde kullanılan eşyaların asılları ve benzerleri Erzurum Müzesince teşhir ve tanzimi yapılmıştır.

Müzenin giriş katında, girişin sağındaki oda yönetim odasıdır. Onun yanındaki oda Vilayet-i Şarkiye Müdafa-i Hukuk Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi Başkanı ve Eski mebuslardan Kadı Koca Raif Dinç’in eşyalarına ayrılmıştır. Bu odanın karşısında Anadolu’da yayınlanan Türk gazetesi Envari Şarkiye’nin Milli Mücadele gazetelerinden Albayrak’ın ve Erzurum Kongresi’nin bildirilerinin basıldığı matbaa makinesi bulunmaktadır.

Müzenin birinci katında Atatürk’ün Erzurum’a gelişinde toplu halde çekilen büyük boy fotoğraf ile Erzurum Kongresi üyelerinin yaşam öyküler ile fotoğrafları bulunmaktadır. Salona açılan odalar, Atatürk’ün çalışma odası ile yatak odası olarak düzenlenmiştir.

YAVERİ MUZAFFER KILIÇ'IN ANILARINDAN ATATÜRK'ÜN ERZURUM'A GELİŞİ

Çok sıcak bir Temmuz gününde Rauf Orbay’la beraber Erzurum’a geldik (3 Temmuz 1919). Kazım Karabekir, Erzurum Vali Vekili Münir Bey ve Bitlis Valisi Mazhar Müfit Bey, Erzurum’un ileri gelenleriyle birlikte 8-10 km uzaklıktaki Ilıca’da bizi karşıladılar. Atatürk onları görünce otomobillerinden inip teşekkür etti. Sonra hep beraber Erzurum’un İstanbul kapısına geldik. Burada Atatürk’ü şeref kıtası, bando ve kalabalık bir vatandaş topluluğu karşıladı. Oradan Ata’nın kalacağı müstahkem Mevkii Komutanlık Binası’na yöneldik. Halk yollara dökülmüş, gençler ağaçlara tırmanmış, kadınlar damları doldurmuşlardı. Atatürk bu ilgiden çok duygulanmışlardı. Atatürk’ü ilk defa böyle bir kalabalık karşılıyordu.

Erzurum’da, Erzurum’un ileri gelenleriyle sık sık toplantılar yapıyor, fırsat buldukça da civardaki birlikleri teftiş ediyorlardı. Bu arada Atatürk’ün İstanbul’la sürtüşmeleri olduğunu duyuyor ve buna hepimiz çok üzülüyorduk.

Bir sabah Atatürk hepimizi topladı. Tabancalarımızı almamızı ve iki araba ile şehre ineceğimizi emrettiler. Hepimiz heyecanla hazırlandık ve iki araba ile yola çıktık. Ne yapılacağını hiçbirimiz bilmiyorduk.

Henüz Atatürk hiçbir şey yapmadığı halde Erzurumlular bizleri alkışlıyorlar ve “Yaşa, Mustafa Kemal Paşa!” diye bağırıyorlardı.

Doğruca PTT binası önüne geldik. Atatürk bir kısmımızı kapı önünde emniyet için bırakıp, bir kısmımıza binayı tamamen boşaltmamızı emrettiler. Verilen emri tutarak memurlar ve müdür dahil bütün binayı hemen boşalttık.

Sonra Atatürk muhabere subayı Osman Bey’le binaya çıkarak, sarayla irtibat kurdular ve padişahla görüşmek istediklerini bildirdiler. Önce Tevfik Paşa, sonra Galip Paşa, daha sonra Sadrazam Damat Ferit Paşa telgraf başına geldikleri ve ne istediği sorulduğu halde Atatürk ısrarla “Zat-ı şahane” ile görüşmek istediklerini bildirdiler.

Bir saat kadar bekledikten sonra padişahın telgraf başına geldiği bildirildi. Bunun üzerine Atatürk, dört maddelik isteklerini tek tek saraya iletti.

İlk üç maddeye hemen cevap verildiği halde, son maddeye ancak üç gün sonra cevap verileceği bildirilince muhabere kesilerek kaldığımız yere dönüldü.

Üç gün sonra bir akşam yine aynı şekilde PTT binasına gidip binayı boşalttık ve sarayla iletişim kuruldu.

Atatürk’ün cevap beklediği son maddeye cevap gelecekti. Atatürk fevkalade gergindi. Hiç durmadan sigara içiyor ve eğilip gelen şifreli telgraf işaretlerine bakıyorlardı. Telgrafın sonunda, derhal İstanbul’a dönmesi, eğer gelmezse tevkif edilerek İstanbul’a getirileceği bildirildi.

Bunun üzerine Atatürk hemen orada, “Bütün rütbe ve nişanlarından ayrılıp milletin bir ferdi olarak ülkenin kurtuluşu için çalışacağını” bildirdi. Herhangi bir cevap verilmesini beklemeden muhabereyi kestirdiler ve ordudan böylece ayrılmış oldular (8-9 Temmuz 1919).

Kaldığımız binaya gelince vali paşadan gelen sivil elbiseyi giyip askeri elbiselerini kaldırttılar. “Kısmet olursa tekrar giyeriz” dediler. Aynı gece, ilk defa sivil elbise ile bir toplantıya gittiler ve 23 Temmuzda yapılacak Erzurum Kongresi hazırlıklarına başladılar.

Ertesi gün, bir bildiri yayınlayarak bunu bütün ülkeye duyurdular.

19 Temmuz 2018 Perşembe

MUSTAFA KEMAL VE MİLLİ İRADE

Erzurumlu Cevat Dursunoğlu kaleminden Mustafa Kemal ve Milli İrade;

Onları (büyük adamları) da tam kavramak için her yönlerinden görülmeleri gerekmektedir. Halbuki biz Mustafa kemal’i çok defa yalnız bir yönünden görürüz. Onda her şeyden önce büyük bir irade adamı görmeye alışmışızdır. Hakikatte bu onun ilk göze çarpan vasfıdır. Onda bu vasfı o kadar kuvvetlidir ki; pek çoğumuz onun bu vasfı,yani iradesinin kuvveti karşısında milli iradenin ikinci plana düşmüş olduğunu sanırız. Bu görüşte büyük bir aldanma payı vardır. Bu da onu tek cepheden cephesiyle görmek itiyadından (alışkanlığından) doğmaktadır. Halbuki o bütün ömründe her şeyden ziyade milli iradeye boyun eğmiş ve umumi efkarı gözetmiştir. Onun bu tarafını göremediğimizin başlıca sebebi çok defa küçük bir zümrenin isteğini umumi efkarın (kamuoyunun) bir tecellisi (belirtisi) sanmamıza karşı, onun bu iki kavramı bir birinden ayırabilmesindeki derin sezişidir…

Ben, onun bu husustaki sezişine ve bu kavram üzerindeki şiddetli ısrarına Müdafaa-i Hukuk’un ilk Erzurum Kongresinde iki defa yakından şahit olmuştum…

Bunlardan birincisi, sonradan “Milli Misak”ımıza temel olan Müdafaa-i Hukuk Nizamnamesi’nin tartışmalarında ileri sürülen bir önerge, ikinciside bu kongrenin yayınladığı beyannamenin sekizinci maddesi tespit olunurken yapılan tartışmadır.

Bu önerge kurulacak olan Müdafaa-i Hukuk teşkilatında vilayetlerde valilerin, kazalarda kaymakamların başkan, askerlik dairesi işlerinin ikinci başkan olmalarını ve bu hükümlerin nizamnameye böylece konulmasını istiyordu. Böyle bir önergenin bir halk toplantısı olan bu kongreden çıkmasına imkan olmamakla beraber bazı arkadaşlar bunun Mustafa Kemal Paşa’nın telkiniyle yapılmış olduğunu tahmin ederek karşılamayı ve bu önergeyi daha Nizamname Komisyonunda reddetmeyi kararlaştırmışlardı. Bu önergeden haberdar edilen Mustafa Kemal Paşa derhal komisyona koştu. Önerge sahibi fikrini müdafaa ediyordu. İlk karşı sözü Mustafa Kemal Paşa aldı. Kurulması istenilen teşkilatın bir halk işi olduğunu ve bu önergenin memlekette milli iradeyi ilk hedef olarak kabul etmiş olan Müdafaa-i Hukuk’un daha şimdiden temelini yıkmak olduğunu ve bizim tek dayanağımızın memleket halkı bulunduğunu açıkladı. Mustafa Kemal’in karşılarında olmayıp yanlarında bulunduğu gören arkadaşlar ferahlamışlar ve teşkilat, halkın malı olarak kalmıştı.

İkinci tartışma beyannamenin “Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde…” diye başlayan sekizinci maddesinin tespitinde yapılmış ve padişahtan derhal Meclis-i Mebusan’ı toplamayı isteyen hükmü bir kısım arkadaşlarımız ağır görmüşlerdi. Bu itirazlara ilk karşı koyan gene Mustafa Kemal Paşa oldu. Uzun bir konuşmadan sonra bu maddenin yazılmasını kendi üstüne aldı ve beş on dakika sonra şu metni verdi:

“8- Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde, hükümeti merkeziyemizin (merkezi hükümetimizin) de iradei milliyeye (milli iradeye) tabi (bağlı) olması zaruridir. Çünkü iradei milliyeye gayri müstenit (dayanmayan) her hangi bir heyeti hükümetin (hükümet kurulunun) indî (kendine göre) ve şahsi mukarreratı (kararları) milletçe mutağ olmadıktan (uyulmadıktan) başka haricen de muteber (geçerli) olmadığı ve olamayacağı şimdiye kadar mesbuk efal (olaylar) ve netayiç (sonuçlar) ile sabit olmuştur. Binaenaleyh (bu nedenle) milletin içinde bulunduğu hali zacret (sıkıntı) ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat tevessülüne (başvurmasına) hacet kalmadan hükümeti merkeziyemizin (merkezi hükümetimizin) Meclis-i Milli’yi hemen ve bilaifatei zaman (zaman kaybetmeksizin) toplaması ve bu suretle mukadderatı millet ve memleket hakkında ittihaz edilecek bilcümle (bütün) mukarreratı (kararları) Meclis-i Millinin murakabesine (denetimine) arz etmesi mecburidir.”

Bu defa eski metin daha şiddetlendirilmiş, üstelik “milletin içinde bulunduğu hali zacret (sıkıntı) ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat tevessül edeceği (başvuracağı)” ilave edilerek Saray milli bir ihtilalle tehdit olunmuştu. Bu, onun Türk milletine ve onun iradesine inancını ve güvenini kesin olarak ifade ediyordu.

Cevat DURSUNOĞLU
Pazar Postası Gazetesi 11 Kasım 1951

4 Temmuz 2018 Çarşamba

ATATÜRK'ÜN TİYATRO SANATCILARI İÇİN OKUL KURMA EMRİ

“1930 yılının Nisan’ındayız. Ankara’da Hamdullah Suphi Bey’in yaptırdığı yeni Türk Ocağı Tiyatrosu’nu açmaya gittik. Bizden üç gün önce orada (Marie Bell-Charles Boyer) topluluğu oynamıştı. Hemen arkadaşlarımızla biz başladık. Repertuarımızda Hamlet, Murai, Muhayyel, Hasta gibi klasikler ile Alman, Fransız modern piyesleri vardı.

Temsillerimiz umduğumuzdan çok ilgi gördü. Gazi Mustafa Kemal Hazretleri de geldi. Halkın gösterdiği rağbet üzerine programı üç gün daha uzattık.

Ayrılacağımızın 11 Nisan 1930 Cuma günü Karpiç lokantasının özel bir salonunda Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Cemal Hüsnü (Taray) Bey sanatçılar şerefine bir öğle yemeği verdi. Bu yemeğin sonuna doğru Maarif Vekilini telefona çağırdılar. Sofraya döndükleri zaman Gazi Hazretleri’nin bizi bu akşam Marmara Köşkü’nde kabul buyuracaklarını müjdelediler.

Marmara Köşkü’nde 11 Nisan 1930 Cuma akşamı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın huzurunda sanatçıların geçirdikleri bu gece Türk tiyatrosuna yeni bir umut ve ufuk açmıştır.

Gazi, baş başa kaldığımız zaman:

-Siz, benim tâ ateşemiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Böylesine birbirine bağlı bir sanat topluluğunu kendi imkânlarınızla hazırlayıp bize getirdiniz, gösterdiniz. Şimdi, ben Devlet Reisi olarak size soruyorum. Hükûmetten ne gibi bir yardım istersiniz?

Benden cevap bekleyen Gazi Mustafa Kemal’e:

-Bir tiyatro mektebi istiyorum Paşam, diyebildim.

Gazi Hazretleri, hemen, vaktin geç olmasına rağmen, Başvekil (Başbakan) İsmet Paşa’ya haber gönderdi ve çağırttı.

-Paşam sizi rahatsız ettim, fakat mühim bir hususu size arzetmek istiyoruz. Diye beni tanıştırdı. Bana da:

-Haydi, isteğinizi Paşa’ya tekrarlayın. Buyurdular.

-Bir tiyatro mektebi istiyoruz Paşam. Dedim.

O akşam Gazi Hazretleri, hemen bütün erkân ortasında Türk tiyatro sanatçıları için cömertçe dağıttıkları iltifattan sonra söyledikleri nutku şöyle bitirmişlerdi:

-Efendiler!.. Hepiniz meb’us olabilirsiniz!.. Vekil olabilirsiniz!.. Hattâ Reisicumhur olabilirsiniz!.. Fakat sanatkâr olamazsınız!.. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.”(1)

Muhsin Ertuğrul

11 Nisan 1930 Cuma

ATATÜRK DOĞRU KONUŞANLARI SEVERDİ

Orman mühendisi olarak Kastamonu bölgesinde çalışıyordum. Atatürk 1924 tarihinde Kastamonu’ya geldiğinde vilayette bir toplantı yapmışlar ve her dairenin müdür ve ileri gelenlerine, “Cumhuriyetin ilanından sonra ne gibi aşamalar ve ilerlemeler oldu, eksiklerimiz nelerdir, sonuçları nasıldır?” gibi sualler sorarak cevap istemiş ve noksanlıkları tespite çalışmışlardı.

Fakat toplantıda her yetkili ayağa kalkıp ciddiyetten uzak bir şekilde Cumhuriyet dönemini övüyor, eskiden halimiz yürekler acısıydı, perişandık gibi dalkavukça ifadelerle Cumhuriyet devrini methedip, övgüler yağdırıyorlardı.

Önceleri Atatürk bu konuşmaları ciddiyetle dinlerken sonraları üzüntülerini her hallerinden belli etmeye başlamış ve memurlara aynı sualleri alay ederek tekrar tekrar sorup, onlara aynı şeyleri tekrar tekrar anlattırmıştı. Fakat her hallerinden üzüldükleri ve kızdıkları belli oluyordu.

Sıra bizim Orman Baş Müdürü Avni Bey’e geldi. Avni Bey çok zeki, akıllı ve konuşmaları olsun, hareketleri olsun çok kontrollü bir kişiydi. Durumu hemen fark etti. Sualler kendisine yöneltilince gayet soğukkanlı bir şekilde, “Paşam,” dedi, “inanın eskiden personelimizin bir kısmını tanımazdık. Zamanında aylıklarını veremezdik. Şimdi bütün personelimizi tanıyor, biliyor ve hak ettiklerini zamanında ödeyebiliyoruz. Fakat bir çok eksikliklerimiz var,” diye bütün eksiklikleri sıraladı. Sonra da konuşmasına şöyle devam etti:

“Paşam, ormancılıkta emeğin meyvesi kısa zamanda alınmaz. Bizler elimizden geldiği kadar çalışıyoruz. Bu çalışmaların meyvelerini görmek için uzun bir zamana ihtiyaç var. Öyle zannediyorum ki, ileride iyi haberler vereceğiz, kalıcı ve güzel eserler sayılacak bir çalışmanın başlangıcındayız. Şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir.” diyerek bağladı.

Bu konuşma Ata’nın çok hoşuna gitmiş, bütün söylenen eksiklikleri tek tek not ettirmiş ve Ankara’ya gittiklerinde bu noksanlıkları yerine getirmeye çalışmışlardı. Daha sonraları Atatürk, bu sözü ve özü doğru olan Avni Bey’i unutmamış, merkeze aldırmışlardı. Avni Bey, orada da ciddi çalışmalar yaparak Türk ormancılığına unutulmayacak hizmetler ve eserler vermiştir.

Prof. Dr. Abdulgafur Acatay

19 Haziran 2018 Salı

ATATÜRK'ÜN ANLATIMIYLA SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

Düşman ordusu 23 Ağustos 1921’de ciddi olarak cephemize temas ve saldırıya başladı. Bir çok kanlı ve bunalımlı safhalar, dalgalanmalar oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, savunma çizgimizin bir çok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman birliklerinin karşısına kuvvetlerimizi yetiştirdik.

Meydan muharebesi 100 kilometrelik cephe üzerinde geçiyordu. Sol kanadımız Ankara’nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun cephesi, batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara’ya iken kuzeye verildi. Cephenin yönü değiştirilmiş oldu. Bunda hiç sakınca görmedik. Savunma çizgimiz bölüm bölüm kırılıyordu. Fakat hemen arkasından, kırılan her bölüm en yakın bir mesafede yeniden kuruluyordu. Savunma çizgisine çok ümit bağlamak onun kırılması ile, ordunun büyüklüğüyle orantılı uzun mesafe geriye çekilmek nazariyesini kırmak için memleket savunmasını başka bir biçimde ifade ve bu ifademde ısrar ve şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum.

Dedim ki: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe kurup muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda olduğunu gören birlikler ona bağlı olamaz. Bulunduğu yerde sonuna kadar kalmak ve direnmek zorundadır.”

İşte ordumuzun her ferdi bu sistem içinde, her adımda en yüksek fedakarlığını göstermek suretiyle düşmanın üstün kuvvetlerini yok ederek yıpratarak sonunda onu, saldırısını sürdürme yetenek ve gücünden yoksun bir hale getirdi.

Muharebe durumunun bu safhasını hisseder etmez hemen özellikle sağ kanadımızla Sakarya Nehri doğusunda, düşman ordusunun sol kanadına ve ardından cephenin önemli bölümlerinde karşı saldırıya geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı. 13 Eylül 1921 günü Sakarya Nehri’nin doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Bu suretle 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bu günler de dahil olmak üzere, yirmi iki gün, yirmi iki gece aralıksız devam eden Sakarya Melhama-i Kübrası (Büyük Meydan Muharebesi) yeni Türk devletinin tarihine, cihan tarihinde pek az olan büyük bir meydan muharebesini kaydetti.

Kaynak: Kemal KARA, Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, İstanbul 2008, s.160

15 Haziran 2018 Cuma

RAMAZANDA ATATÜRK

 
 Ramazanların Atam için çok büyük önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü'ne giremezdi. Beni çağırır, Kur'an-ı Kerim'den bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşuyla dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her hâlinden anlaşılırdı.

Bir ramazan günü Atatürk beni huzuruna davet etti. Su­re–i Yusuf'tan bir sahife okumamı söyledi ve okudum. Atatürk derin bir müşahedeye vardı. Pek sevdiği Süleyman Çelebi'nin mevlidinin Veladet Bahri bölümünü okumamı söyledi. Okudum. Çok mütehassis oldular.

Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Velî ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerimizin ruhlarına Hatm-i Şerif okumamı emrederlerdi.

Büyük Atatürk birçok vesilelerle şöyle demiştir: ‘Mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.' Camileri ibadet için olduğu kadar, düşünmek, meşveret etmek için de birer mukaddes yer olarak telâkki ederdi.

Peygamber Efendimizden büyük takdirle bahsederlerdi. ‘Hazret-i Peygamberin zaman-ı saadetlerinde' diye saygı kelimeleri kullanırlardı.

İran Şahı Pehlevi, ziyarete gelmişlerdi. Beni huzurlarına çağırdılar. Şah Hazretlerine ‘Benim Hafızımdır' diye takdim ettiler ve yanlarına oturttular. Şah Hazretlerine Kerbela şehâdetine ait bir mersiye okuyunuz' dediler. Mersiyeyi Isfahan makamında okudum…”

Şükrü Naili (Gökberk) Paşa vefat etmişti. Bu haberi duyar duymaz çok üzüldüler. Kabrinin başında bir Yâ­sin okumamı istediler. mevlit okunurken "Göklere çıktı Mustafa" denildiğinde gözlerinden yaşlar süzülürdü.

Kaynak: Hafız Yaşar Okur anılarından alıntıdır.


2 Haziran 2018 Cumartesi

ÇANKAYA'DA ÇOCUKLARLA SOHBET


İki kardeş okul dönüşü annelerinden izin alarak sık sık Atatürk’ün köşkünün etrafında gezinip dururlarmış.

Öğretmeni Ayşe’ye o gün yurdumuzun düşmanlardan kurtarılması için Ata’nın emrinde milletçe nasıl çok çalışıldığını anlatmıştır. İçinde bulunduğumuz ortamın nasıl meydana getirildiğini öğrenen Ayşe, kardeşi İsmet’i de alarak her zaman olduğu gibi belki Atatürk’ü görürüz diye köşkün etrafında gezip dururlar.

Tesadüf aynı gün, yaveri ve arkadaşlarıyla bir gezinti yapan Atatürk, Ayşe ile kardeşinin köşkü seyrettiklerini görünce yanlarına yaklaştı.

- Adın ne senin yavrum.

- Ayşe.

- Senin adın ne yavrum.

Ayşe’nin kardeşi hemen cevap verdi.

- İsmet.

- Niçin burada dolaşıyorsunuz?

- Sizi görmek istedik efendim.

- Peki ben kimim? Beni niçin görmek istediniz?

İki kardeş bir ağızdan

Gazi Mustafa Kemal Paşasınız.

Atatürk ve yanında kiler gülümsediler.

- Benzettiniz çocuklar ben gazi değilim.

Yine iki kardeş bir ağızdan

- Siz Gazisiniz.

- Peki nereden bildiniz?

Çocuklar aynı ağızdan gür bir sesle,

Çünkü size hiç kimse benzemez.

- Ayşe sen okuyor musun?

- Evet beşinci sınıftayım.

- İsmet sen kaçıncı sınıftasın?

- Üçüncü sınıftayım.

- Ayşe sen ne olmak istiyorsun?

- Öğretmen olmak istiyorum efendim. Öğretmenler yurtlarına yararlı insanlardır. Biz her şeyi öğretmenden öğreniriz. Sizi de öğretmenimiz tanıttı.

- Evet yavrum, biz her şeyimizi öğretmenlere borçluyuz. Beni de öğretmenim Gazi yaptı. Peki İsmet sen ne olmak istiyorsun?

- Asker olacağım. Çünkü sizi çok seviyorum. Yurduma saldıran düşmanın kafasını kıracağım.

Atatürk iki kardeşi bağrına bastı sevdi ve okşadı.

- Aferin çocuklar.

Yanındaki arkadaşlarına dönerek:

- Evet! Milletin bağrından tertemiz bir nesil yetişiyor. Eserimizi bunlara gözümüz arkada kalmadan bırakabileceğiz. Şimdi çok huzurluyum! derken gözleri yaşardı.

Kaynak: atam.gov.tr

23 Mayıs 2018 Çarşamba

SAKARYA MEYDAN SAVAŞI

Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), Sakarya Meydan Muharebesinin nasıl yapıldığını Nutuk’ta Şöyle Anlatıyor:

“... 12 Ağustos 1921 günü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı’ya cephe karargâhına gittim.

Düşman ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı yargısına varmıştık. Bu görüşe dayanarak tam bir cesaretle gerekli tedbirleri aldırdım ve yapılacak hazırlıkları yaptırdım. Olaylar görüşümüzü doğruladı. Düşman ordusu, 23 Ağustos 1921’de ciddi olarak cephemize doğru ilerlemeye başladı ve taarruza geçti. Birçok kanlı, bunalımlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, savunma hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman birliklerinin karşısına kuvvetlerimizi yetiştirdik.

Meydan muharebesi yüz kilometrelik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız, Ankara’nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun yönü batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara’ya iken kuzeye çevrildi. Cephenin yönü değiştirilmiş oldu. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma hatlarımız kısım kısım kırılıyordu. Fakat kırılan her kısmın yerine en yakın bir yerde hemen yeni bir savunma hattı kuruluyordu. Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için memleket savunmasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnerek şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki:

Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur.”

Mustafa Kemal (ATATÜRK), 19 Eylül 1921’de, kesin sonucun belli olduğu günlerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Sakarya Muharebesi’nin cereyan tarzını bütün ayrıntılarıyla anlattıktan sonra, bu savaşın niteliği ve Türk ordusunun komutan, subay ve erleri hakkındaki görüşlerini şöyle anlatıyordu:

“...Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu meydan Muharebesi, pek büyük bir meydan Muharebesidir. Savaş tarihinde, benzeri belki olmayan bir meydan savaşıdır. Bundan dolayı ordumuzun savaş tarihine bir örnek bahşeden bu zaferi kazanmış olması itibarıyla, yüce heyetinizi tebrik ederim.

Bu parlak zaferin yapıcısı olan kimseleri, yüksek huzurunuzda ve bu kürsüden büyük hürmet ve takdirlerle anmayı bir vicdan borcu sayarım. Genelkurmay Başkanımız Fevzi Paşa Hazretlerinin bu meydan savaşında yaptığı hizmet, pek büyük bir övgüye layıktır. Pek değerli, erdemli ve kıymetli olan bu büyük adam, savaş meydanlarının hemen her noktasında, gece ve gündüz hazır bulunmuş ve pek isabetli ve değerli tedbirlerini yerinde, gerekenlere bildirmiş ve daima gönül ferahlatan, moral yükseltici öğütler vermiştir. Kendisinin olağanüstü hizmetleri takdirlere ve alkışlara layıktır.

Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa Hazretleri, derin bir zeka, yorulmaz bir azim, iman ve yetenekle, gece gündüz harekâtın en ufak noktasına varıncaya kadar etkili olmuş ve olağanüstü bir görüşle ordusunu sevk ve idare ederek bu başarıya ve zafere ulaştırmıştır.

Diğer grup ve kolordu ve tümen ve alay komutanların her biri, diğeriyle yarışırcasına, fedakârlık ve beceriklilik göstermişlerdir. Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam; yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki bu savaş, subay savaşı olmuştur. Bu nedenle subay arkadaşlarımın, en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar değer ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım.

Erlerimizi, her türlü övgüye layık görürüm. Zaten bu milletin evladı, başka türlü düşünülemez. Bu milletin evlatlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için birim bulunamaz. Erlerimiz hakkında yeni bir şey ilave etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu savaşlarının anlamını öğrenmiş, yeni bir ülkü ile savaşmıştır. Böyle evlatlara ve böyle evlatlardan oluşmuş ordulara sahip bir millet, elbette hakkını ve istiklalini bütün anlamıyla korumayı başaracaktır. Böyle bir milleti bağımsızlıktan yoksun bırakmaya kalkışmak hayal ile uğraşmaktır...”

Kaynak: atam.gov.tr

8 Mayıs 2018 Salı

ATATÜRK'ÜN DUASI


1924 yılında Ankara Numune Hastanesi için inşa edilen modern ana binanın açılışı yapılmaktadır. Kapıdaki kırmızı beyaz kurdeleleri keserek açılışı yapmak için uzatılan makası eline aldıkları sırada hazır olanlardan biri, Atatürk'ün kulağına eğilerek kalabalığın arasında hoca olarak tanınmış birini işaret ederek;

-Efendim, müsaade buyurursanız bir dua yapsın," der.

Atatürk;

-Hoca Efendinin dua yapmasına gerek yoktur. Cenab-ı Âlem benim lisanımı da bilir, duayı ben yaparım." der.

Ve bu müessesenin hakiki bir şifa yurdu olmasını temenni ederek, burada çalışan ve çalışacak olan kıymetli tıp mensuplarının mesailerinde muvaffak olacaklarının, bu suretle milletin sıhhat ve afiyetine esaslı hizmetler yaparak vicanen bir memnuniyet duyacaklarını, bu hizmetlerin yalnız Ankara halkına münhasır (ayrılmış) olmadığını, bütün Türk milletinin pek muhtaç olduğu bir hizmeti mukaddeseyi (kutsal hizmeti) ifa edeceklerinden (yapacaklarından) tamamen emin bulunduklarını ve bundan halik ve hafız beşeriyetin de memnun olacağını beyan ettikten sonra kurdeleleri keserek içeri girer.

Hakimiyeti Milli Gazetesi’nden. 1924

VATAN UFKUNDA DOĞACAK GÜNEŞ

Bir gece tatbikatından sonra Selanik’in doğusunda bulunan Karaburun istikametinde yürüyüş yaptık. Mustafa Kemal Bey alayın (38. Alay) başında, bizim önümüzde yürüyordu. Ufukta aydınlık başladı, güneş doğmak üzereydi. Birden:

- Çocuklar! dedi. Nerede ise şafak sökecek… Yıllarca bu vatanın ufuklarında doğacak bir parlak güneşin doğuşunu bekledim. Bakalım bu sabaha.

Güneş doğdu, fakat geceden kalan bulutlar berraklığını peçeliyordu. Mustafa Kemal tekrar konuştu:

- Hayır, hayır! Beklediğim böyle karanlık bulutlarla örtülü olan bir güneş değildir. Ben vatan ufkunda her türlü bulutlardan kurtulmuş bir güneşin doğuşunu bekliyor ve bekleyeceğim.

Biz ister istemez dirseklerimizle birbirimize dokunduk.

Anlayamadığımız bir muamma karşısındaydık. Bu muammayı ancak 1923 senesinde Cumhuriyetin ilanıyla çözebilmiştik.

Kaynak: Ziya KILIÇ H.Y. İstanbul 1964

10 Nisan 2018 Salı

İLİM TERCÜME İLE OLMAZ!


19 Ağustos’ta Gazi’nin Yalova Köşkü’nde akşam yemeğine çağrıldım. 19/20 Ağustos 1932 tarihiydi. O gece Gazi, çok ciddi konulara temas etti. Çok heyecanlı konuştu. Toplantıda bayan Afet İnan’dan başka Yusuf Akçura, Dr. Reşit Galip, Celâl Sahir vardı. O tarihi gecede Gazi, İstanbul Darülfûnununun reformundan bahsetti. Birinci Türk Dili Kongresi’ni ortaya attı. Bu işlerde Dr. Reşit Galip’in çalışacağını ihsas etti.

Konuşmalar, memleket meseleleri üzerinde toplanmıştı. “Türk vatandaşları ile daima temas etmenin kendisinin en büyük işi olduğunu” söylüyordu. Konu hep millet ve memleket, ilim ve üniversite meseleleri idi. Birinci elden ilmin üzerinde duruyordu. Bir ara şu sözleri işittik:

-"Ölmek isteyen bir milleti Gazi değil, hiçbir kuvvet kurtaramaz. Türk milleti ölmek istemez, o daima yaşayacaktır efendiler!"

Birdenbire de eliyle beni göstererek:

-"Üniversitede, Doktor Bey gibi birinci elden araştırma yapanları profesör görmek istiyorum," dedi.

Sözünü Reşit Galip’e yönelterek konuşmasını şöyle tamamladı:

-"İlim, tercüme ile olmaz, tetkikle olur. Doktor Bey nasıl memleket malzemesini tetkik ederek, ilim yapmışsa, ben de senden böyle ilim adamlarını almanı istiyorum."

Şevket Aziz KANSU
Sümerbank Dergisi, Kasım 1963

1 Nisan 2018 Pazar

CUMHURİYET

Bir gün de Mustafa Kemal, yabancı bir gazeteci ile görüştüğü sırada (22 Eylül 1923) “Cumhuriyet” kelimesini ağzından kaçırması üzerine Meclisin ve İstanbul gazetecilerinin yüreği oynamıştır. Meclis Reisinin küçük odasına koşuşan birtakım milletvekilleri Mustafa Kemal’in bu “dil sürçünü” düzeltmesini istemişlerdir.

Yine bu küçük odada geçen bir konuşmayı 11 Eylül 1923 tarihli notlarım arasında saklamışım. Konuşmanın rejim meselesine temas eden kısmını buraya alıyorum.

Mustafa Kemal Paşa, parti toplantısının kaçta olduğunu sordu. Üçte idi.

-Bana birde olduğunu söylediler, onun için erken geldim, dedi.

Odasına giderken bizi de davet etti. Mebus olmakla beraber hâlâ yaverliğini yapan eski zabitlerden (subaylardan) biri fırka nizamnamesinin son şeklini getirdi. Nizamname bugün bütün mebuslar tarafından birer birer imzalanacaktı.

Biraz sonra cebinden nizamnamenin bir nüshasını çıkardı. Sahife açığına yazdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyeti’nin “bir ve gayr-i kabil-i tecezzi (bölünmez)” olduğunu söyleyen cümle idi.

-Dün akşam, Fransız ihtilâl tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmiştim, dedi ve sildi.

Bir sualim üzerine Kanun-i Esasi tâdilatı meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi’de (Abalıoğlu) aramızda idi.

Gazi dedi ki:

-Cumhuriyet ne demektir? Kamusa (sözlüğe) baktım, “chose publique” kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bizde manası ne olmalı?

Gazi’nin, sözü hangi bahis üstüne getirmek istediği belli idi. Kanun-i Esasi’de hükümet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini söyleyen Sabri Bey (Toprak):

-Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.

Gazi:

-Ben projeyi gördüm, çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususî müzakerede bulunuruz ve Fırkaya (partiye) getiririz, dedi.

Yunus Nadi:

-Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.

Gazi kalemini masaya vurarak:

-En kuvvetli zamanımız bugündür, dedi.

Sonra yeni Kanun-i Esasi’nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu:

“Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”

Nihayet yakında Cumhuriyetin ilân olunacağını Mecliste Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından işitiyorduk. Haber ağızdan ağza yayılarak, Mecliste herkes şüpheden kurtulacaktı. Acaba, böyle bir havadisi ölüm haberi gibi bekleyenler, harekete geçecek miydi?

Aramızdan biri sordu:

-Reisicumhur olduktan sonra gene Halk Fırkası’nın reisi kalacak mısınız?

Gazi gülümseyerek:

-Aramızda öyle! dedi.

Reisicumhurluk müddeti üzerinde konuştuk. Onun fikrince Reisicumhur, Büyük Millet Meclisi’nin de reisidir. Dört sene, yedi sene bahisleri geçti.

Bir gayretkeş:

-Kayd-ı hayat (yaşadıkça) şartıyla da olabilir, dedi.

Gazi sert bir tavırla bunu reddetti.

Bir arkadaş, fesih hakkı meselesini açtı:

-Vakıa (gerçi) şimdiki Meclis için düşünülecek bir şey yok. Sizin hükümetleriniz daima ekseriyet (çoğunluk) bulabilir. Fakat fırkalar (partiler) çoğalınca hükümetsizlik tehlikeleri de baş gösterebilir. Buna ne çare düşünüyorsunuz?

-Millet Meclisi, kendi kendini feshedebilir.

Bu cevap emniyet verecek gibi değildi. Arkadaşların ortaya sürdüğü fikirler, şöyle hülasa olunabilir: Cumhuriyeti Fransa’daki şekli ile almak arzusunda olanlar, bu hakkı Reisicumhura ve hükümete bırakmak teklifinde bulundular. Eski ittihatçı Sabri Bey ( Toprak), fesih hakkının Meşrutiyet devrinde iki defa suiistimal edildiğini hatırlatarak, ihtiyatlı olmayı tavsiye etti.

Bir arkadaş:

-Acaba fesih hakkı şartlarını son derece kayıtlamak, meselâ, Reisicumhur ve hükümetin, bu hakkı ancak fırkalar (partiler) arasındaki nispetsizlik anarşiye vardığı zaman kullanılması daha doğru değil mi? dedi.

Gazi:

-Millete müracaat eder, referandum yaparız, cevabını verdi.

Arkadaşlar bu usulün karışıklığını ve sebep olabileceği buhranları öne sürdüler. Münakaşa gene kendisinin bulduğu şöyle bir formül üstünde karar kıldı:

“Reisicumhur ve hükümet, Millet Meclisi ifa-yı vazife (görev yapma) imkansızlığında kaldığı vakit, yeni intibahat (seçimler) icra ettirmek (yaptırmak) hakkını haizdir (hakkına sahiptir).

Kaynak:Falih Rıfkı ATAY “Çankaya Atatürk Devri Hatıraları”

22 Mart 2018 Perşembe

SERBEST FIRKA'NIN KURULUŞU

Serbest Fırka çalışmaları Yalova’da yapılıyordu. Atatürk bir motor gezintisinde Serbest Fırka’nın kuruluşunu şöyle anlattı:

“Serbest Fırka’nın reisliğini Fethi’ye (Fethi Okyar) teklif ettim.

- Korkarım! dedi.

Sordum:

- Neden korkarsın?

- Senden korkarım!

- Niçin benden korkarsın?

Fethi benden niçin korktuğunu anlattı:

- Sen memlekette büyük bir inkılap yapmış, muvaffak olmuşsun. Halk Fırkası’nı kurup başına geçmişsin. Ben senin karşına muhalif olarak nasıl çıkarım? Bundan dolayı korkarım.

Kendisine teminat verdim:

- Muvaffak olacaksın, dedim. Ben sana yardım edeceğim. Tahsin Uzer’i, hemşiremi, Nuri Conker’i sana yardımcı vereceğim. Daha kimleri istiyorsan al. Bu işi kabul et. Serbest Fırka’nın başına geç!

Bunun üzerine Fethi reisliği kabul etti.”

Kaynak:İsmail Hakkı Tekçe

1 Şubat 2018 Perşembe

AKİF ERDEMGİL (1876 - 1962)

Tümgeneral Akif Erdemgil, 1876 yılında Manastır’da doğdu. 28 Nisan 1894 tarihinde girdiği Harp Okulundan 17 Ağustos 1896 tarihinde teğmen rütbesiyle mezun oldu ve 3’üncü Ordu emrine atandı.
14 Nisan 1909 arihinde yüzbaşı oldu, binbaşı rütbesi ile Trablusgarp Savaşına katıldı.

14 Eylül 1915 tarihinde yarbay rütbesi alarak, 6’ncı Ordu Irak Süvari Tugayı Komutanlığına getirildi. 1 Mart 1921 tarihinde Anadoluya geçerek albaylığa terfi ettirildi ve Elcezire Cephesi Komutan Vekiliğine atandı. 4 Kasım 1922 tarihinde Mürettep 3’üncü Süvari Tümeni Komutanı oldu.

İstiklal Madalyası sahibi olan Akif Erdemgil, 30 Ağustos 1927 tarihinde tümgeneral oldu. 16 Aralık 1935 tarihinde emekli oldu ve TBMM’nin V. ve VI. Dönemlerinde Sivas milletvekili olarak görev yaptı, 22 Mart 1962 tarihinde vefat etti.

 
Kaynak-Gnl.Kur.Başklığı

27 Ocak 2018 Cumartesi

ZEYTİN DALI

Afrin bölgesinde Türkiye tarafından icra edilen askeri operasyona “Zeytin Dalı” ismi verildi. Bazı kişiler askeri operasyona nasıl olup da barışın simgesi olan bu ismin verildiği sordular.

Aslında buna benzer isimler daha önce de başka ülkeler tarafından kullanıldı. Tek isteği Irak işgali olan ABD harekata “Irak’ı özgürleştirme operasyonu” kod ismini vermiştir.

Yine Afganistan operasyonuna da “Kalıcı Özgürlük” kod adı verilmişti. Ne var ki gittikleri her yerde olan özgürlüğü de yerle bir ettiler.

Türkiye ise Fırat Kalkanı ile amaçladığı DAEŞ temizliğini bölgede yaptı. Adını özgürlük koymamasına rağmen hayatı normalleştirerek insanların hayatını, namusunu ve mal emniyetini tesis etti. DAEŞ’ten temizlenen diğer yerlerin aksine bu bölgenin nüfusu on kat yükseldi. Bunun sebebi diğer yerlerde DAEŞ yerine başka bir terör örgütü olan PYD’nin alan hakimiyeti sağlaması ve kendinden olmayanları etnik bir süpürme ile bölgeden çıkarmasıydı.

Bu sefer Türkiye operasyonun ismini “Zeytin Dalı” koydu. Aslında tam da bugünü anlatan bir adlandırmaydı. Zeytin dalı yalnızca barışı simgelemez. Başka anlattığı simgeler de vardır.

‘Gılgamış Destanı’ndan üç büyük semavî dinin kutsal kitaplarına değin antik ve kutsal metinlerde yer alan Büyük Tufan’daki rivayete göre Nuh Peygamber, tufan biraz durulunca geminin güvertesinden beyaz bir güvercin uçurur. Bu beyaz güvercin bir müddet sonra gemiye ağzında bir zeytin dalıyla döner. Böylece Nuh Peygamber tufanın bittiğini ve suların çekil­diğini anlar.”

Sanırım Türkiye PYD sonrası bölgeden gitmek zorunda olan bütün Suriyelilere artık Tufan’ın bittiğinin işareti olarak zeytin dalını gösteriyor. Aynı geçmişte olduğu gibi geri dönebileceklerini anlatıyor.

Türkiye bu operasyonun ardından eğer Mümbiç’i de PYD’den temizleyebilirse tersine göç ile bölgeye 400 ila 500 bin kişin geri döneceğini düşünüyor.

Yani çölün ortasında bir vaha yaratmayı amaçlıyor. İnşallah bunu başarırız.

Türkiye’nin resmî açıklamalarında bölgeye operasyon yapma nedeni olarak PKK ile beraber DAEŞ de gösteriliyor. Bazı kişiler bölgede DAEŞ yok ki diye konuşuyor. O zaman onlara küçük bir hatırlatma.

BBC kanalı, Rakka operasyonunda, PYD terör örgütü ve ABD’nin DAEŞ militanlarını bölgeden silahları ile çıkardığının görüntülerini yayınlamıştı. Bunların bir kısmının Deyr-i Zor diğer kalanlarının da Türkiye sınırına götürüldüğünü röportajlarla anlatmıştı. Militanlara ailelerine dokunmama şartı olarak Türkiye’ye karşı canlı bomba olma şartı getirilmişti.

İlk dalgayı Afrin operasyonu başlamadan bir gün önce Azez’de gördük. PYD bölgesinden gelen üç DAEŞ’li üzerlerindeki bomba yelekleri ile beraber etkisiz hale getirildi.

Gelen istihbarat bilgileri, PYD’nin askerlerimize karşı planladığı bombalı araç saldırılarını DAEŞ mensuplarına yaptıracağı yönünde. İşin iki yüzlülük olarak adlandırılabilecek yanı ise, ABD’nin taraflara (terör örgütü ne zaman taraf olduysa! ) DAEŞ’le mücadele konusuna odaklanma uyarısı oldu.

Türkiye bölgeyi bütün terör örgütlerinden kurtarmak için çaba sarfetmektedir. Bunu yaparken de hedefine uygun olarak koyduğu isimlerin gereğini yapmaktan da çekinmemektedir. Çünkü Türkiye’nin gizli bir ajandası yoktur.

Bölgenin Türkiye gibi “delikanlı” devletlere ihtiyacı vardır. Çünkü bölgenin derdi zaten gizli kapaklı işler çeviren devletlerdir. Ne çektiyse hep onlardan çekmiştir.

Bize laf sokmaya çalışan Kıbrıs’taki gazete gibi gazeteler olacaktır. Mesele bize kimin ne söylediği değil bizim kim olduğumuzdur.

Allah bölgede görev yapan güvenlik güçlerimizin  yar ve yardımcısı olsun.

Millet olarak yanınızdayız.

Mete Yarar
Emekli Özel Kuvvetler Binbaşı ve  Güvenlik Politikaları Uzmanı

6 Ocak 2018 Cumartesi

FAİK TONGUÇ (1889-1968) ve BİR YEDEKSUBAYIN ANILARI

Faik Tonguç , 1889 Yılında Çorum’da doğdu. Mülkiye Mektebi’ni bitirdikten sonra, ailesi onu dil eğitimi için İngiltere’ye gönderdi. İngiltere’deki öğrenciliği sırasında Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine yurda dönüp gönüllü olarak savaşa katıldı. Cephede ve esir kampında geçen dört yılının anılarını Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Yedeksubayın Anıları kitabında topladı.

‘BİR YEDEKSUBAYIN ANILARI’ Özeti;

Mülkiye Mektebini bitiren Faik Tonguç Londra’da öğrenim görmektedir. 1 nci Dünya Savaşının çıkması üzerine, İstanbul’a dönmüş, bir hafta sonra Aksaray Askerlik Şubesine müracaat ederek Harbiye Mektebine yazılmıştır.

1914 Haziran’ında Maçka Talimgahında eğitime başlamıştır. Bu arada gördüğü kıt’a halindeki iki tatbikat onun askerlik hakkında fikir değiştirmesini sağlamıştır. Meşrutiyet’in ilanı ile temeli atılan Türk Ocağı Cemiyeti, Türk Yurdu gazete ve dergilerin tesirinde kalan binlerce genç gibi yazarımız da “ Moskof kini “ ve “Turan” aşkıyla yanmaktadır. Turan Duası ve Albayrak Marşlarını söylemeyi ibadet saydığı bir anda idealini gerçekleştirmeninfırsatını bulur. Kafkas Cephesine gönderilen gönüllü birliklerin içerisinde o da vardır artık.

Gözyaşları ile Haydarpaşa‘dan başlar ümitsiz bir hayalin yokluğu. Konya, Niğde, Kayseri, Erzincan, Erzurum ve birçok beldeden geçer. Bu şehirleri gören her insan gibi hayal kırıklığına uğrar. Anadolu şehirleri çamur içerisinde, temiz olmayan sokaklar, bakımsız evleri ile adeta ortaçağ yadigarı birer harabe gibidir.

Geçtiği tüm mekanlardaki Anadolu insanında perişanlık hakimdir. Cepheden dönen yaralı, zayıf, bitkin, hasta insanların acı gerçeği gözler önündedir.

Enver Paşa komutasındaki ordunun (9,10,11 nci Kolorduların) yenilgisi tüm Türk Dünyasını hüzne boğmuştur. Yenilgi sonrası karşılaştığı manzaralar, şimdiye kadar gördüklerinin askerliğin oyuncak tarafı olduğunu, asıl askerliğin bundan sonra başladığını anlatır yazarımıza.

Bu arada savaşta ölenlerden daha çok insan tifo, tifüs salgın hastalıklarıyla can vermektedir.

Erzurum Kolordusu yazarımızı 30 ncu Tümen 88 nci Alaya tayin eder. 3 ncü Tabur, 10 ncu Bölük, 1 nci Takım komutanı olarak ilk çalışma devresi başlamıştır artık.

Güçlü Rus ilerleyişini durduramayan Türklerin sorunu sadece savaş değildir. Askerler aç savaşmaktadır. Sefaletin her çeşidi ile doğanın zulmü kol koladır.

Karargahında rezaletin her çeşidini yapan Erzurum Ordu Komutanı Arap Kamil Paşa, şehitlerden geride kalan paraları zimmetine geçiren Alay Komutanı, örümcek kafalı takım komutanı gibi durumun vahimliğini görmeyen insafsız, vicdansız, hainlik derecesinde ilgisiz, kabiliyetsiz insanların varlığı durumu daha da güçleştirmektedir. Bunun gibi yeteneksiz subayların binlerce olduğunu defalarca görmüştür yazarımız.

Fakat yüreğinde taşıdığı ateşle o, namzet adı altında vatan için parasız çalışmakta, sevmek ve sevilmenin ihtiyaç halini aldığı zor koşullarda, zamandan habersiz, çamur içerisinden çıkarılmış bir hasır üzerinde yatarak kaşığın sapını ısıtıp, elbiselerin dikiş yerlerindeki bit yumurtalarını yok etmekle uğraşarak fedakarane çalışmaktadır.

Onun en büyük gururu ve desteği en zor koşullarda bile sabır ve tahammülü ile dünyaya örnek olan, emre itaati ibadet bilen, en cılız neferi bile savaşta ateş parçası olan, savaşın yorgunluğuna metanetle göğüs geren, içten gelen bir cengaverliğin dünyada tek mümessili Türk neferidir. Zulmü ile Anadolu’yu kana bulayan Ermeni’nin yaralısına su, ekmek verecek kadar merhametli olan Türk neferi mevzide söylediği uzun havalar ile yetinip sevinebilen, açlığa, sefalete, kendisinden güçlü ordulara baş eğmeyen Türk neferi...

Yeteneği ile 10 ncu Bölük Komutanı olan yazarımız, yanlış verilen bir geri çekilme kararı neticesinde 1916 Temmuz’unda teslim olmak zorunda kalır.

Yırtık postal ve nefer elbisesi içinde, şerefli bir şekilde ölmeyi temenni ederek bir Türk Subayına yakışır bir tavır sergilemekte, bu konumda bile şehit arkadaşlarını düşünmektedir.

Cesareti sayesinde Bahıtlı’da iki defa yendiği Kumandan ile tanışırlar. Bu sayede Rus ordusu ile Türk ordusunu karşılaştırma fırsatı bulur.

Osmanlının yüksek düzeydeki subaylarının tantana ve depdebeli yaşamına karşılık, Rus şehirlerinin (Rostof’tan, Lebidof’a) mamurluğunu, çalışan hemşirelerinin ahvalini, Rusların sağlığa, eğitime verdiği önemi, gazete ve dergilerin çokluğunu ve halkın eğitim düzeyini kendi memleketi ile karşılaştırır. Bizdeki koyu taassubun ve yobazlığın gerilememizin temel noktası olduğunu bir kez daha kavrar.

1918 Ekim’inde meydana gelen Bolşevik ihtilali sonucunda Ruslar ile savaş bitmiştir. İhtilalin kargaşasından yararlanan yazarımız esaretten kaçarak kurtulur.

İstanbul’ a döndüğünde İzmir işgal edilmiş, Ermeni zulmünden sonra, Yunan, Rum zulmü Türk Milletini yok etme gayreti içerisine girmiştir. Çapanoğlu Ethem Bey gibi “padişahım çok yaşa” diyen gericiler de içeride ayaklanma başlatmışlardır.

Bu sırada ortaya çıkan Kuvva-i Milliye hareketini yazarımız önce bir macera olarak yorumlamıştır. Ankara’ya gelişi ile ulu önder Atatürk’ün çevresinde kilitlenen her yaştan insanın samimiyet, sadakat ve saadet havası ile ateşli bir çalışma içerisine girdiğini görmüştür. Bu insanların tek amaçlarının anayurdu kurtarmak olduğunu anlayınca gerçeği kavramış, o da bu kutlu hareket içerisinde yer almıştır. İstanbul’ dan İtalyan vapuru ile aldığı malzemeleri, Mersin’e, oradan da karayolu ile Ankara’ya taşıtmıştır.

Türk Milletini yok olmaktan kurtaran, yeni Türkiye Cumhuriyetini kuran ilke ve inkılapları ile yön gösteren, aydınlık geleceğin habercisi ulu Ata’mızın önderliğinde mutluluğu bulan yazarımız şimdiye kadar aradığı tüm soruların cevabını bulmuştur artık…

"Sarıkamış'ta felakete uğrayanlarla ilk defa buralarda karşılaştık. Özellikle Erzincan'dan sonra, yollarda hasta, yaralı binlerce asker perişan, bitkin gerilere gitmeye çalışıyordu. Yol kenarlarında gördüğümüz cesetlerden üzüntü ve heyecan duymamak mümkün olmuyordu. Başıboş bırakılan bu sefil insanlarla konuştuğumuz vakit hepsi ağız birliği etmiş gibi Allahüekber dağlarından, Sarıkamış ormanlarından söz açıyorlarsa da henüz gerçeğin ne olduğunu anlayamıyorduk, daha doğrusu anlamak istemiyorduk…

… Şehirde üst baş perişan, soluk, zayıf, bitkin, hasta, yaralı subaylarla konuşarak acı gerçeği öğrendik. Hemen hepsi, bu felaketin biricik yaratıcısı Enver Paşa'yı gösteriyorlar. 'Buradan kaçması biraz geç kalsaydı canına okuyacaktık' gibi sözlerle Harbiye Nazırına, kahvede yüksek sesle, hiç çekinmeden, korkmadan en ağır küfürleri hakaretleri pervasız savuruyorlardı."

1 Ocak 2018 Pazartesi

ALAATTİN KOVAL (1882 - 1930)


Tümgeneral Alaattin Koval,1882 yılında İstanbul’da doğdu. 13 Ocak 1901 tarihinde girdiği Harp Okulundan 22 Ağustos 1903 tarihinde teğmen, devam ettiği Harp Akademisinden 26 Eylül 1906 tarihinde kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu ve 2’nci Ordu 9’uncu Topçu Alayı 6’ncı Batarya Komutanlığına atandı. 

25 Kasım 1908 tarihinde kurmay kıdemli yüzbaşı rütbesiyle 2’nci Ordu Kurmaylığına getirildi. 24 Temmuz 1911 tarihinde 4’üncü Tümene Kurmay Başkanı olarak atandı. Bu görevinde iken Trablusgarp, Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşılarına katıldı. 12 Nisan 1914 tarihinde kurmay binbaşı rütbesiyle Birinci Dünya Savaşı’nda; Zığındere taarruzu, İkinci Kerevizdere Muharebesi, Arıburnu, Conkbayırı ve Birinci - İkinci Anafartalarda yararlıklar gösterdi. 14 Aralık 1916 tarihinde kurmay yarbaylığa terfi ederek, 5’inci Kafkas Tümen Komutan Vekiliğine getirildi. 
 

1 Mart 1922 tarihinde kurmay albay rütbesinde iken Anadoluya geçerek, 41’inci Tümen Komutanlığına atandı ve Büyük Taarruz’a katıldı. 30 Ağustos 1927 tarihinde tümgeneral oldu. İstiklal Madalyası sahibi Alaattin Koval 8 Ağustos 1930 tarihinde görevde iken vefat etti.
 

Kaynak-Gnl.Kur.Başklığı

ALİ SAİT AYBAYTUGAN (1872-1950)




Orgeneral Ali Sait Aybaytugan, 1872 yılında Balıkesir’de doğdu. 29 Nisan 1893 tarihinde girdiği Harp Okulundan 28 Ocak 1896 tarihinde teğmen, devam ettiği Harp Akademisinden 25 Aralık 1898 tarihinde kurmay yüzbaşı olarak mezun olarak Genelkurmay 5’inci Şubeye atandı.

4 Şubat 1901tarihinde kurmay kıdemli yüzbaşı rütbesine terfi etti ve 24’üncü Redif Tümeni Kurmaylığına atandı. 22 Ağustos 1907 tarihinde kurmay binbaşı rütbesi ile 46’ıncı Alay 1’inci Tabur Komutanı oldu. 27 Nisan 1911 tarihinde kurmay yarbay, 26 Ocak 1913 tarihinde ise kurmay albay oldu ve 39’uncu Tümen Komutanlığına atandı. 14 Aralık 1915 tarihinde tümgeneral olarak 25’inci Kolordu Komutanı ve İstanbul Muhafızı olarak atandı. 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un İtilaf devletleri tarafından işgali ile İngilizlerce tutuklanarak Malta’ya sürüldü. 31 Ekim 1921 tarihinde Malta’dan döndü ve İnebolu yoluyla Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katıldı ve önce 4’üncü Kolordu daha sonra 9’uncu Kolordu Komutanlığına atandı.

TBMM tarafından da İstiklal Madalyası ile ödüllendirilen Ali Sait Aybaytugan, 1 Eylül 1923 tarihinde korgeneral, 30 Ağustos 1927 tarihinde orgeneral oldu 14 Temmuz 1937 tarihinde ise emekliye ayrılarak TBMM'ye Kocaeli Milletvekili olarak girdi. TBMM'nin 5nci ve 6 ncı dönemlerinde milletvekiliği yaparak, 20 Mart 1950 Tarihinde vefat etti.

Kaynak-Gnl.Kur.Başklığı