16 Ocak 2020 Perşembe

LAKAP VE UNVANLARIN KALDIRILMASI 26 Kasım 1934

Atatürk, bir gün o zamana kadar kullanılmaya alışılmış olan “Bey, efendi, hanım, hanımefendi, paşa hazretleri” gibi unvanları kaldırmak için bir yasa taslağını meclise vermişti. Bu sıralarda “BAYÖNDER” adındaki piyesin düzeltilmesiyle uğraşmaktaydı. Atatürk, Bayönder’i bir kez okuduktan sonra ikinci kez gözden geçiriyordu. Yanındakilere bir ara:

- "Bay ne demektir? Biliyor musunuz? dedi. Kişi, saygıya layık insan demektir. Bundan sonra çeşitli zümrelerine ayrı ayrı seslenmeyeceğiz. Erkeklere “Bay” kadınlara “Bayan” diyeceğiz."

Hazır bulunanlardan biri:

- "Peki, bayan hem madam hem de matmazel karşılığı mı olacak? diye sordu."

Atatürk:

- "Bir kadını evlenmeden önce ve sonra iki insan saymak ortaçağ zihniyetidir, dedi. Bugün uygarlık dünyası böyle bir ayırımdan dönmüştür."

Sonra eline kalemi aldı. Bayönder’in birinci sayfasına şu cümleyi yazdı. “Genel olarak erkek için Bay, kadın için Bayan kullanılacak bey, efendi, hanım kalkacak.”

Ertesi günü meclisten çıkan bir yasa tüm unvanları kaldırıyordu. Bay ve Bayan’a gelince. Atatürk:

- "Bunu kanunla emretmeye gerek yok. Bu benim teklifim olarak kalsın. Kararı zaman ve millet verir."

1 Ocak 2020 Çarşamba

HARFLER MARŞI


Yeni Türk harfleri çıktığı zaman, eskiye alışmış olanlar ve bilhassa Anadolu’nun bazı yerlerindekiler, yeniyi pek tabiî olarak, yadırgamamışlardı. İşte o sırada bir akşam, Rusuhi Bey’e telefon ettirmiş, beni çağırtmıştı. Gittim. İlk sözü:

-Yeni (Türk) harfleri benimsemeyenler var. Sen şuna bir marş yapsan... iş daha kolaylaşır...

Düşündüm: A.B.C... diye tutturup, nasıl marş yapayım? Bunu bir şeye benzetmek kolay değil... Fena olursa, bana dudak bükecek... Hemen.

-Paşam, dedim, sizde iştirak ederseniz yaparım...

Herhalde, maksadımı anladı. Güldü:

-Peki!.. dedi.

Derhal piyanonun başına oturdum.

A.B.U.İ... diye bir hava tutturduk, gitti. Marş da bitti.

Tekrar çaldım. Beğendi ve Falih Rıfkı’ya:

-Yarınki gazeteye bu marşı koyun! emrini verdi.

O akşam, tuttu, aşçı, soför, seyis, kapıcı, odacı... Köşkte kim varsa hepsini ve sofra arkadaşlarını topladı, hep birilikte bu yeni marşı meşkettik. Görülecek manzara idi bu... Herkese güzelce belletip öğreninceye kadar tekrar ettik, durduk.

Sabaha karşı köşkten ayrılınca, muavinimi çağırdım. O devirde Yenişehir’deki Kızılay merkezi bahçesinde, her akşam bando nöbet çalardı. Muavinime:

-Al şu notayı...Çabuk yaz, bandoya ver ve hemen meşk etmelerini söyle. Bu akşamki nöbete mutlaka yetiştirsinler. Çalışsınlar... dedim.

Gittim biraz yattım... Öğleyin kalktığım zaman hepsi olmuş, bitmişti. Saat üçe doğru, dört beş talebeyi “Şayet Gazi gelir de, bu yeni marşı dinlerse, siz de söyleyin!” diye bandonun olduğu yere gönderdim. Gazi tahmin ettiğim gibi, tam ikindi vakti, bandonun başına gelmiş, otomobilini durdurmuş, şefe:

-Harfler marşını çalar mısın? demiş.

Marşı henüz bandodan başka kimse bilmiyor, duymamıştır.

Bando şefim:

-Emredersiniz!.. deyişiyle, marş da çalınmaya başlıyor...

Yarı yerde, Gazi, otomobilden inerek, oraya birikmiş halka hitapla:

-Ey ahali!.. Bu yeni marşı, içinizden bilen var mı?

Deyince, bizim talebeler de:

-Var efendim!.. diye ortaya çıkıyorlar.

Gazi memnun:

-Söyleyin bakalım!.. diyor…

Bando tekrar başlıyor, ortalık neşeleniyor, bilmeyenler de kulak kabartarak, marşa katılmak istiyorlar. Gazi de bastonuyla hareketler yaparak, şefe uyuyor… Bir hangamedir kopuyor.

Zannederim, birkaç defa da tekrar edildikten sonra, Gazi:

-Bu, gördüğünüz gibi, bizim harflerin marşıdır. İşte öğrendiniz. Bilmeyenlere de öğretiniz. Hepinizin öğrenip söylemesi vazifedir!.. diyerek oradan pürneşe ayrılıyor.”

Kaynak:Osman Zeki Üngör

ATATÜRK'ÜN SEVDİĞİ YEMEKLER

Atatürk bilhassa Türk yemeklerini severdi. En çok sevdiği fasulye, pilav, yoğurttu.

İnkîlaplar sırasında öyle çalışırdı ki, otuz altı saat masanın başından kalkmadığını bilirim. Biz mutfakta çeşit çeşit yemekler hazırlardık, yanına götürünce, kızar, çıkışırdı:

-Bana bir ayranla bir dilim ekmek ver ve bol da kahve yap! Şimdilik bunlar kâfi, daha öbürlerini yemeyi haketmedim! derdi.

Kaynak: Haluk Durukal