3 Aralık 2016 Cumartesi

PROF.DR. COŞKUN UNAN TARAFINDAN YAPILAN ATATÜRK'ÜN KULLANDIĞI ULAŞIM ARAÇLARININ MAKETLERİ .

Maketler Anıtkabir Kurtuluş Savaşı Müzesinde sergilenmektedir.





















22 Kasım 2016 Salı

SOFYA ASKERİ ATAŞESİ KURMAY YARBAY MUSTAFA KEMAL 11-12 MAYIS 1914 GECESİ SOFYA'DA KIYAFET BALOSUNDA GİYDİĞİ YENİÇERİ KIYAFETİYLE.

İsmail Hakkı Kavalalı, Atatürk’ün Selanik Askeri Rüştiyesi’nden arkadaşıdır. Atatürk’ün Sofya’da Askeri Ataşe olarak bulunduğu sırada börk serpuşlu (yeniçerilerin kullandığı başlık) yeniçeri kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafın hikayesini şöyle anlatır:

“Harp Okulu’ndan sonra onu Sofya’da yarbay rütbesi ile ataşemiliter olarak gördüm. Ben o zamanlar Bulgar Sorbanyası’nda (Meclisinde) milletvekili idim. Dört arkadaşımla Bulgaristan’daki Türkleri temsil ediyorduk. Kendisiyle hemen her zaman konuşur dertleşirdik. Bir gün yine Mustafa Kemal’le birlikteydik. Bulgarların düzenlendiği bir kostümlü balo’ya yabancı devlet temsilcilerini de milli giysiyle davet eder bir mektup geldi. Hiç unutmam, birden bire gözleri parladı, bana döndü ve:

“İsmail sen Bulgar treni'nde parasız gezebiliyorsun. İstanbul’a git. Bana bir yeniçeri ağası kostümü getir” dedi.

Bir de Enver Paşa’ya hitap eder bir mektup yazdı. İstanbul’a geldim, dediği kostümü aldım ve döndüm. Baloya beraber gittik. O, bu giysiyle bütün bakışları kendine çekiyordu. İri vücuduna ayrı bir heybet veren bu giysi ve yüzündeki maske, O'nun gözlerindeki sonsuz parıltılarla efsaneleşen bir kudret de katmıştı. Bütün konuklar, bunun kim olduğunu birbirine soruyorlardı.

Bir süre sonra, büyük ödüllü bir dans yarışmasına girdi. Bulgar Başbakanı'nın kızına kavelyelik ediyordu. Zaten bu kız daha önce O'nun flörtü idi. Mustafa Kemal çok güzel dans ederdi. Nitekim, bütün valsleri olağanüstü bir başarı ile bitirerek yarışma birinciliğini kazandı. Bu ara Bulgar Meclisi Başkanı bana, bu gencin kim olduğunu sormuştu. Önce tanımadığımı söyledim, sonra ataşemiliter Mustafa Kemal olduğunu öğrenince hayranlığını şöyle belirtmişti:

"Müthiş, müthiş bir adam!"

Yarbay Mustafa Kemal İstanbul Topkapı Sarayı'ndan özel izinle getirttiği bu yeniçeri kostümünü, 11 Mayıs 1914 gecesi Sofya'da katıldığı kıyafet balosunda giydi ve birinci seçildi.


Kaynak:İsmail Hakkı Kavalalı, Vakit Gazetesi, 08.09.1947

2 Kasım 2016 Çarşamba

TOPAL BACAKLI MAREŞAL

Sir William Birdwood; Çanakkale savaşında Anzak Orduları Başkomutanıdır,  asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk’e bu savaşta üç kere yenilir, bacağı da sakatlanır ama buna rağmen onun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder. 1935 yılında Mareşal olur son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır. Atatürk öldüğünde de rahatsızlığına ve emekli olmasına rağmen İngiltere adına cenaze törenine katılmak için talepte bulunur. Talebi kabul edilince İstanbul’a gelir. Bacağını sürükleye sürükleye tabutunun ardında yürür. Ankara’daki törende artık ayağı incinmiş ayakta zor durmaktadır. Halkevi binası balkonuna çıkarırlar.. Geçici kabrine götürülecek olan tabutun geçişi sırasında kılıcından destek alarak ayağa kalkar elindeki asayı kaldırarak selamlar onu. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktadır.

Tören sonrasında hemen ayrılmaz birkaç gün daha kalır Ankara’da. Bir gün etrafında Türk yetkililerin de olduğu bir ortamda cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koyar, şu anıyı anlatır onlara:

"Tarih 20 Kasım 1918; Birdwood karargahı ile Pera Palas oteline yerleşmiştir. Mustafa Kemal’in de otelde bir dairesi olduğunu bilen Birdwood onunla görüşmek ister. Bunun için kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey’i araya sokar.

-“Buyursunlar” der Mustafa Kemal.

İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister:

-“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?”

Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısından böbürlene bilirdi. Oysa o, -tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi - yenilginin ezilmişliği altındaki bu general’in onurunu korur.

“-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar.

Birdwood ricasını yineler:

-“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.”

Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; o da bir parça kağıt ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek;

-“Su tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Her şey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?”

-“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.”

Mustafa Kemal bu kez de Conkbayırı krokisini çizer:

-“Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?”

-“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.”

Atalarımız yaralıya kurşun atılmaz der. Mustafa Kemal’de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle dile getirir:

-“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.”

Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar:

-“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.” dedikten sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek:

-"İzin verir misiniz" der; "bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.”

Ve saklar. Cenaze törenine gelirken de yanında getirmiştir.

Kaynak:  Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları, (1899 - 16 Mayıs 1919), Sadi Borak, 2. Basım 1998, Kaynak Yayınları, ISBN: 975-343-233-X. Sayfa:153-155

1 Ekim 2016 Cumartesi

HALİME KOCABIYIK (HALİME ÇAVUŞ)

Halime Kocabıyık;1898 yılında Kastamonu Merkez Duruçay Köyü'nde doğdu. Kurtuluş Savaşı başlarında ailesinin tüm engellemelerine karşın Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Erkek kılığına girip saçını erkek gibi kestirerek asker giysisi giyen ve sakal traşı olan Halime Çavuş, İnebolu'dan Ankara ve Sakarya'ya cephane taşıyan yardım kolunda görev aldı.

9 Eylül 2016 Cuma

ATATÜRK’ÜN TUTTUĞU NÖBET


Erzincan’a geldik. Orada da halk bizi alkışlar ve “Yaşa, varol !” sesleri ile pek içten karşıladı. Ordudan ayrıldığı halde halkın böyle içten gelen güven ve sevgisi Ata’yı çok memnun ediyordu. Bir gece Erzincan’da kalıp ertesi gün Suşehri’ne doğru yola çıkıldı. Fakat Suşehri’ne varmadan, yolda Atatürk’ün arabası bozuldu. Araba tamiri ile uğraşırken ortalık iyice karardı.  Atatürk bu durumda yola çıkmamızın tehlikeli olduğunu, geceyi ormanda geçirmemiz gerektiğini söyledi. Karanlıkta yolu kaybetmekten korkuyorduk. Çünkü o zamanlar yolları hemen hepsi birbirine benzeyen köy yollarıydı, rastladığımız köylülere sorarak tozlu köy yollarından sürüp gidiyorduk. Ayrıca dağlarda kol gezen eşkıyanın baskınına uğramak da söz konusu idi. Ormanda bir şeyler yedikten sonra, Atatürk konaklamak için plân yaptılar. Plâna göre her iki saatte değişmek üzere ikişer kişilik nöbet tutulacaktı. Nöbet yerlerini bizzat kendileri tayin ettiler. Bütün ısrarlarımıza karşın kendilerini de sabaha karşı saat 3-5 arasında Dr. Yüzbaşı Refik Bey’le beraber nöbete koydular. Böylece herkes ve Atatürk nöbetini tutmuş, elde silâh sabahı etmiştik.

Güneş doğarken uyandığımızda Atatürk ve Refik Bey’in nöbet yerlerinde nöbetlerini tuttuklarını gördük. Ufak bir kahvaltıdan sonra, Suşehri’ne doğru hareket edildi.

Kaynak:( Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Sayfa 72- 73)

10 Ağustos 2016 Çarşamba

ÜLKEMİZDE GÜL


Atatürk Orman Çiftlikteki yoğun çalışmalar birkaç yıl sonra meyvelerini vermeye başlamıştı. Gayet sağlıklı şekilde yapılan pastörize süt, yoğurt, peynir, tereyağı ve çok kaliteli sağlıklı yetiştirilen sebze ve meyveler halkın istifadesine açılmıştı. Ankara Belediyesi bu ürünleri satmak için şehirde iki mağaza açmış ve çok ucuz fiyatlara satış yapmaya başlamıştı.

Ağaçtan yoksun Ankara bu çalışmalarla yeşile bürünüyor ve halkın bütün fidan, tohum ihtiyacı en kaliteli seviyede buradan karşılanıyordu. Ülkemizde, eskiden gül denilince, Isparta, Burdur, Denizli yöresinde yetişen ve bugün sadece yağı için yetiştirilen pembe güller anlaşılırdı. Diğer renkli güllerin hiçbirisini halkımız tanımazdı. Atatürk, Orman Çiftliği’ni kurdururken bir de gül fidanlığı kurulmasını istemiş ve Avrupa’da gördüğü renkli güllerin burada üretilmesini emretmişlerdi.

Biz hazırlıklarımızı yaptıktan sonra, Almanya ve Hollanda’dan bir vagon dolusu değişik renkli gül fidanları getirildi. Bizler tarafından çoğaltılarak sefaretlere, halkımıza, park ve bahçelere çok uygun fiyatlarla satıldı. Bugün ülkemizin hemen her yerinde gördüğümüz değişik renkli güllerin çoğu, o zaman Atatürk’ün getirttiği ve bizler tarafından çoğaltılarak dağıtılan ürünlerin nesilleridir.

Kaynak:Prof. Dr. Abdulgafur Acatay

ÇANAKKALE'DE MEVLİT


Atatürk, her yıl Çanakkale’de şehitlerimiz için bir mevlid-i şerif okuttururlardı. 1932 yılında okunacak mevlidin, Şehit Mehmet Çavuş Abidesi önünde ve İstanbul’un en meşhur hafızlarının iştirakiyle, görkemli bir şekilde yapılmasını emretmişlerdi. Bu durumu, ayrıca İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi’ye de telefonla bildirmişlerdi. Mevlitten bir gün önce bu iş için ayrılan ve Atatürk’ün kendi seyahatlerinde kullandıkları Gülcemal vapuruna gittik.

Süleymaniye Baş Müezzini Hafız Kemal, Saadettin Kaynak, Beşiktaşlı ve Sultan Selimli Rıza beyler, Hafız Burhan, Beylerbeyli Fahri, Vaiz Aksaraylı Cemal, Muallim Nuri gibi bir çok ünlü hafız, bir çok gazeteci ve fotoğrafçılarla vapur hıncahınç dolu olarak akşam saat 7’de Çanakkale’ye doğru hareket ettik. Gece yatsı namazından sonra vapurun salonunda iki hatm-i şerif ve bir mevlid okundu. Sabahleyin Gelibolu’ya geldik. Büyük bir kalabalık bizi iskelede karşıladı. Sonra, otobüslere binilerek Şehit Mehmet Çavuş Abidesi’ne gidildi.

Etraf bayraklar ve defne dallarıyla süslenmiş; kadın, erkek çok büyük bir kalabalık etrafı doldurmuştu. On hafız hep bir ağızdan önce tekbir aldık. Sonra tevşih okundu. Sonra da hafızlar sırayla kürsüye çıkıp mevlidi okumaya başladık. Ben, Veladet Bahri’ni okurken kapalı ve bulutlu olan hava birden bozdu ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Ben okumaya hiç kesmeden devam ettim. En sonunda, İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi çok güzel bir dua ile mevlidi bağlatıp şehitlerimizin mezarlarını da ziyaret edip, İstanbul’a döndük. Ertesi akşam Dolmabahçe Sarayı’nda Ata’nın huzuruna çıkıp mevlidi etraflıca anlattım. Ayağa kalktı ve heyecanla elini masaya vura vura “Aferin hafızım. Aferin sana. Din ve vazife ciddiyetini herkese göstermişsin, yağmurda bile görevine devam etmişsin. Aferin sana. Aferin sana!” diye beni defalarca tebrik etmiş ve kutlamışlardı

Kaynak: Hafız Yaşar Okuyan

BILDIRCIN


Atatürk’e bir gezisinde, Şile’de bıldırcın hediye ettiler. Pencereleri kapattıktan sonra bıldırcını salmalarını söyledi. Kuş dönüp dolaştıktan sonra O’nun önüne kondu, okşamasına da ses çıkarmadı. Atatürk, bıldırcını kafes konularak sarayda beslenmesini istedi. Üç gün sonra bıldırcın bir kediye yem oldu. Atatürk’e bu olayı O’nu üzmemek için, bıldırcın açık kafesten kaçtığı şekilde anlattılar. Atatürk bu küçük dostu unutmadı. Ömrünün sonuna kadar bıldırcın eti yemedi.

Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009

19 Temmuz 2016 Salı

İHTİLAL

Nasıl adlandırıyorsanız bilmiyorum; Hiçbir darbe veya ihtilal halkın yararına olmamıştır, her zaman bölünmeler olmuş.  Mağdurlar, mazlumlar ve zalimler yaratmıştır.

27 Mayısta 12 yaşında ve ortaokul öğrencisi olarak Erzurum’daydım.  3ncü Ordu ve başındaki komutan olan Ragıp Gümüşpala’nın ilk haftalar Ankara’ya biat etmemesi nedeniyle ve Cemal Aga’ya rağmen! Erzurum semalarında tehditkar bir şekilde savaş uçaklarının uçurulduğuna tanık oldum ve o korkuyu büyüklerimle birlikte tattım. Daha sonrasında Karskapı Askeri Hapishanesine doldurulan ve muhalif oldukları düşünülen sivilleri dinledim.

1970lerdeki muhtıralarda!  Hem de Genel Kurmay Karargahında vatani görevimi yapmaktaydım. Ayni üniformayı giyen askerin nasıl birbirine kuşku ile baktığını gördüm ve o günkü rezilliklere; komutanların kendi menfaat hesapları doğrulusunda  karargahta   askere nasıl fitne ve fesat bulaştırdıklarına tanık oldum.

12 Eylül denen rezaleti Türk Hava Yollarında çalışırken İzmir'de yaşadım ve sonuçlarını birlikte gördük.

Yakın günlerde yaşadığımız girişimin mağduru ise kesinlikle emir kulu rütbesiz askerler ve Türk Ordusunun itibarı olmuştur.

Askeri kariyerinde yeteneği, cesareti ve bilgisi olmadığı için ilerleyemeyeceğini düşünen bütün silik askerler, ihtilal yapmak yoluyla bir şey olmaya çalışmışlardır. Vatan ve Millet onların umurunda bile olmamıştır. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk Türk Askerini siyasetten uzak tutmaya çalışmıştır.  

Naci Püskülcü


15 Temmuz 2016 Cuma

Karanfil

Atatürk, Cumhurbaşkanıyken ABD’den bir mektup alır. Mektubu yazan;

-“Ben bölgemin ileri gelenlerinden biriyim. Sizin çok büyük bir insan olduğunuzu biliyorum, eserinizin hayranıyım. Hangi çiçeği çok sevdiğinizi bana yazmak cömertliğinde bulunursanız, o çiçeğin en güzel cinsine, sizin adınızı vereceğim.”der.

Atatürk, mektubu yanıtlaması için, Genel Sekreteri Ruşen Eşref Ünaydın’ı çağırtıp ona şunu söyler:

-“Nazik ilgisinden duygulandığımı ve gereken teşekkürü tarafımdan kendisine bildiriniz ve deyiniz ki ben en çok al karanfili severim.”

Kaynak: Ruşen Eşref Ünaydın 

14 Temmuz 2016 Perşembe

Köylü, Milletin Efendisidir!

Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:

- Bu memleketin efendisi kimdir?

Düşündüm. Karşılığı o verdi:

- Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti:

- Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!

Kaynak:Prof. Mahmut Esat BOZKURT

7 Mayıs 2016 Cumartesi

ATATÜRK VE EDEBİYAT


Edebiyatçı yazar İsmail Habib (SEVÜK) ile ATATÜRK bir edebiyat tartışmasına girerler. Tarih Ekim 1932. ATATÜRK İ.Habib’den “bize hiç içinde Arapça Acemce kelime olmayan saf Türkçe bir Koşma yaz ve bunu burada oku” der. Hemen orada bir odada birkaç dakika içerisinde o dönemin genç şairlerinden birisinin bir şiirini alan İsmail Habib bu şiirden bir uyarlama yapar. ATATÜRK’e gelerek hazırladığını söyler. Şiiri inceleyen ATATÜRK “olmamış” der. “Al eline kalemi kağıdı. Tuna’yı ben fikren dikte ettireceğim. Onları sen bir şekle koyacaksın” der. İşte bu şiir denilen şey İsmail Habib’in önceki hazırladığı şiir üzerinde ATATÜRK’ün dikte ettirdiği fikirdir. Üstelik bu kadar kısa değildir. Bu yazıda muhteşem bir birikim ve tarih bilgisi yansımaktadır. Bunu bir şiir olarak değil tamamını değerlendirdiğimizde ATATÜRK’ün tarih ve edebiyat birikimi ve kültürü anlaşılacaktır. Bu çok önemli tarih ve kültür birikiminin doğrusunu ve tamamını yazıyorum.

TUNA ÜSTÜNDEKİ SES

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna yalıları Türk diyarıdır.
Ne vakitten beridir diyemem bilemem
Bilinen tarihler bilemez bunu
Onun söylenmesi asıl tarihe kaldı.
Odur söyleyecek doğrulukları.
Dinleyin sesini asıl tarihin:
Eğri tarihi gömüp doğru tarihe gidin!
….
Nehirlerdir Türk’ün şaşmaz mühendisleri,
Her nehir Türk’ü bilir ve Türk bilir her nehri,
Tuna’nın kıyısından gitti eski Türk,
Geçti eski Türk, Tuna’yı da yararak,
Kaç defa, hangi defa sormayınız nafile,
Bilemez tarih bile.
Tarih güdük, sökün büyük,
Sayılmaz, sayılmaz bu sökün:
O kadar çok Tuna’dan geçtiği günlerde Türk’ün.
Tuna’nın üstü, Tuna’nın altı,
Olmuştu daima Türk’ün vatanı,
Tuna’ya ruh oldu, Tuna’da yatan Türk,
Tuna yalnız vatan değil, yeni vatanlara
Türk’ü götüren eski bir yoldur Tuna
Türk o yolla gitti batı eline,
Orada rastladı binbir ellere.
Hepsini yapmak istedi adam,
Gerçi çok muvaffak oldu çabalayışta.
Fakat kendisi çekildi Alp’ler üstüne!
Gördüğü manzara garipti O’nun;
Çok “insanım” diyenler adam olmuştu,
Alp’ler tepesinde Türküm diyenler,
Adam olmayanlara hayret ettiler!
Onlar biziz biz onlarız;
Onlara bağırdan bağırarak taparız,
Türkler atalarına taparlar,
Onlar biziz, biz onlar:
Doğudan gelen biz, batıda yine biz,
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.

 “Tuna Üstündeki Ses”i ve asıl bu anlamlı sesi kendisine dikte ettiren ATATÜRK’ü kasdederek şiiri değerlendiren İ.H.SEVÜK “nazım değil, nesir değil, bambaşka bir eda. Adeta Tuna’dan coşarak gelen bu sözler kulağımda ayrı bir ses, kafamda başka bir genişlik, dimağımda yeni ufuklar açtı” der.
ATATÜRK’ün bu şekilde dikte ettirdiği başka yazıları da vardır.

24 Ekim 1933 tarihinde Ankara Musıki Muallim Mektebi’ne gelerek;

 “-Çocuklarım, şimdi size bir mısra söyleyeceğim. Bunun devamını beraber yazacağız. Meydana gelen güfteyi hemen besteleyip bana söyleyeceksiniz” der.

ATATÜRK’ün yönlendirmesiyle sonuçta şu güfte çıkar:

Büyük karakterli Türk, çalışır yorulmazsın.
Zekan cihandan büyük,müsbet ilme bağlısın.
Güzel san’at sevgisi, yüreğine ateştir:
Türk’ün büyük ülküsü, bu dünyaya güneştir!

Kaynak:www.atam.gov.tr/

26 Nisan 2016 Salı

ASKER SAİME (Münevver Saime)


İstiklâl Harbi başladığında Darülfünun öğrencisi olan Münever Saime, Kadıköy mitinginde yaptığı konuşmadan sonra tutuklama emri çıkınca, Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katıldı. Garp cephesinde görev aldı ve özellikle cephe gerisinde ve istihbarat işlerinde önemli başarılar gösterdi, İzmit’te bir görevi yerine getirirken yaralandıysa da belli etmeden vazifesini yapıp tamamladı. Asker Saime diye anıldı.

Kaynak:Tarih Boyunca Türk Kadını - Afet İnan

BİNBAŞI AYŞE

Selanikli olan Binbaşı Ayşe, Birinci Dünya Savaşında Kafkas cephesinde yaralanarak ölen kocasının intikamını almak için yemin etmiştir. 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilince, ilk karşı koyma hareketine o da silahla katılmıştır. Yunanlılar İzmir’e hâkim olunca Aydın’a geçmiş, çete kurmuş, sonra da çetesiyle birlikte Köpekçi Nuri çetesine katılmıştır. Aydın muharebesinden sonra Koçarlı Cephesinde yararlık göstermiştir.

Kaynak:Tarih Boyunca Türk Kadını - Afet İnan

11 Mart 2016 Cuma

ORADAN BÖYLE GEÇİLİR


İngilizler Çanakkale’de Anafartalar Grubu’nu mağlup edip de cepheyi sökemeyince, yeni bir harekete giriştiler ve bu cepheyi sağdan çevirmek istediler. Düşmanın planını bozmak için Kireç Tepe’yi tutmak lazımdı. Halbuki oraya giden tek bir dar yol savaş gemileri tarafından makaslama ateş altına tutuluyordu. Her an gülleler korkunç patlayışlarla ortalığı alt üst ediyor, ölüm saçıyordu. Bir insanın değil, bir kurdun bile geçmesine imkan görülmüyordu. Kireç Tepe’yi tutmak emrini alan Türk subay ve askeri tereddüt içindeydiler; fırsat gözetiyorlardı. Fakat düşmanın ateşi bir an bile kesilmiyordu. Mustafa Kemal bu hali görünce siperlere koştu,askerin arasına karıştı ve sordu:

-”Niçin geçmiyorsunuz ? ” 

İçlerinden biri cevap verdi:

-”Düşman ölüm saçıyor, geçilmez !” 

Mustafa Kemal zerre kadar korku ve tereddüt göstermeden:


-”Oradan böyle geçilir!” dedi ve ileri fırladı. 

Mehmetçik artık durur mu? O da kumandanının arkasından ileri atıldı. Toz, duman, alev ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar, tepeyi tuttular.

Kaynak: Salih Bozok  

ATATÜRK'ÜN DOĞUM GÜNÜ

Atatürk'ün doğduğu ay ve güne dair kesin bir bilgi yoktur sanırım. Bir gün anacığı Zübeyde Hanım'a sorduğum zaman;

- "Babası Ali Rıza Efendi, Paşa'nın doğumunu evimizdeki iki Kuran-ı Kerim'den birine kaydetmişti. Fakat zevcim vefat ettiği zaman başucunda yalnız bir Kuran-ı Kerim vardı ve onda da hiç bir yazı yoktu. Belki de kayıtlı Kelam-ı Kadim'i devam ettiği camideki hocalardan birine hediye etmiş olacak."
Cevabını almıştım. 

Doğum tarihini Atatürk de bilmezdi. Cumhuriyet devrinde doğum yıldönümünü kutlamak için kendisine müracaat edenlere;

- "İtiraf ederim ki, ben de bilmiyorum. Eğer lütfedip bir gün yapmak istiyorsanız en münasibi 19 Mayıs'tır."

Dediğini hatırlarım. Mustafa Kemal, belki 19 Mayıs'ta doğmadı. Fakat 19 Mayıs, Türk'ün ve 
Atatürk'ün tarihte en mesut olayının cereyan ettiği gündür.


Kaynak:Sınıf Arkadaşım Atatürk Ali Fuat CEBESOY

28 Şubat 2016 Pazar

ATATÜRK'Ü ELEŞTİREN ÖĞRETMEN



Bir öğretmen Atatürk aleyhinde kötü şiir yazmıştı. Kendisini hizmetten çıkarmışlardı. Öğretmen yeniden kadroya girmek için dört bir yana başvuruyordu. Bir gün Bakan’ın yanına gitti. Ehliyetli de bir gençti.

Bakan:

- Oğlum, dedi, hakkınızda biz hiçbir şey yapamayız.

- Niçin yapamazsınız?

- Oğlum suçun Atatürk’ün şahsına ait. Biz karar veremeyiz.

- Öyleyse ben Atatürk’ün karşısına çıkacağım.

- Hele biraz bekle! Çok inatçı imişsin. Bana bir hafta sonra yine gel.

Bakan ilk karşılaştığı anda Atatürk’e meseleyi açtı:

- Hani efendim, hakkınızda ağır bir hiciv yazan öğretmen vardı.

- Evet

- Af kanunundan faydalanarak yeniden öğretmen olmak istiyor.

- Öğretmen yapılmasına yasal bir engel var mıdır?

- Hayır, efendim!

- O halde niçin bana soruyorsunuz?

- İşlediği suç sizin hakkınızda.

- Aşk olsun sana! Beni şahsi dargınlığım için kamu emirlerini yerine getirmenizden hoşlanmayacak kadar egoist mi sanıyorsun? Kendisini hemen ilk açılacak yere tayin ediniz.


Kaynak:(Falih Rıfkı Atay; Babanız Atatürk, sayfalar 120-121)

9 Şubat 2016 Salı

ŞEHİT YARBAY HÜSEYİN AVNİ BEY (ARIBURUN)

Hüseyin Avni Bey Manastır’da doğmuştur. 1889’da girdiği Harp Okulundan 06 Mayıs 1892 tarihinde teğmen olarak mezun olmuştur.

Harp Okulundan mezun olduktan sonra 3’üncü Ordu’da göreve başlayan Hüseyin Avni Bey, 15 Mayıs 1892’de 3’üncü Ordu Nizamiye 18’inci Alayı 3’üncü Tabur 2’nci Bölüğüne atanmıştır. 08 Ağustos 1895’te üsteğmen olmuş ve aynı tarihte 3’üncü Ordu 33’üncü Redif Alayı 3’üncü Ergiri Taburu 4’üncü Bölüğüne atanmıştır. Buradaki 2 yıl süren görevinden sonra 23 Mayıs 1897’de Redif Priştine 20’nci Tugayı Kurmay Mülhak Subayı olarak göreve başlamıştır. Hüseyin Avni Bey, bu görevi esnasında 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’na katılmıştır. 10 Ocak 1898’de yüzbaşı rütbesine terfi eden Hüseyin Avni Bey, aynı tarihte 3’üncü Ordu 38’inci Redif Alayı 2’nci İştip Taburu 1’inci Bölüğüne tayin olmuştur. 22 Ağustos 1904’te kıdemli yüzbaşı olmuş ve 3’üncü Ordu 90’ıncı Nizamiye Alayı 3’üncü Taburunda görev yapmaya başlamıştır. Hüseyin Avni Bey, 02 Haziran 1908’de binbaşılığa terfi etmiş ve 3’üncü Ordu 17’nci Nizamiye Alayı 3’üncü Taburuna, 11 Temmuz 1912’de ise 7’nci Kolordu İdare Heyeti 3’üncü Şube Müdürlüğüne atanmıştır. Bu görevi esnasında Balkan Savaşı’na katılan Hüseyin Avni Bey 12 Ocak 1914’te 3’üncü Kolordu 23’üncü Alay Komutan Muavinliğine ve 01 Şubat 1915’te ise 57’nci Alay Komutanlığına atanmıştır. 19’uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in emrinde 25 Nisan 1915’ten itibaren Çanakkale Muharebelerine katılmıştır.

Binbaşı Hüseyin Avni Bey’in 25 Nisan’da Arıburnu’nda Alayıyla birlikte düşman kuvvetlerine karşı verdiği kahramanca mücadele üst makamlar tarafından övgüyle karşılanmıştır. Osmanlı Devleti Başkomutan Vekili Enver Paşa Gelibolu’ya yaptığı ziyarette bütün birliklerin gösterdikleri ve göstermekte oldukları fedakârlıkları çok beğendiğini ifade etmiş, özellikle harbin başlangıcından itibaren üstün bir kahramanlık ve cesaret örneği gösteren 57’nci Piyade Alayı Komutanı Binbaşı Hüseyin Avni’nin rütbesinin 01 Haziran 1915 tarihinden itibaren yarbaylığa yükseltildiğini bildirmiştir. 

Yarbay Hüseyin Avni Bey 13 Ağustos 1915 tarihinde Kurban Bayramının birinci günü 57’nci Alayda düzenlenen törene katılmış ve Alaydaki bütün Mehmetçikle bayramlaşmıştır. Kendi birliğindeki askerleri ile bayramlaşmadan sonra 3’üncü Kolordu Kurmay Başkanı Albay Fahrettin (ALTAY) Bey’inde katıldığı Sahra Hastanesi’ndeki bayramlaşmaya gitmiştir. Burada İngilizlerin Çanakkale Savaşları’nda kullanmaya başladıkları ve Türk askerinin, sesinden dolayı “Kara kedi” adını verdikleri topçu atışı başlamış ve ilk atış Sahra Hastanesinin 10 metre kadar ilerisine düşmüştür. Devamındaki ikinci atış ise Yarbay Hüseyin Avni Bey’in bulunduğu bölgeye isabet etmiş atışın etkisiyle ortalığı toz duman kaplamıştır. 3’üncü Kolordu Kurmay Başkanı Albay Fahrettin Bey ağır yaralı bir şekilde yerde yatan Yarbay Hüseyin Avni Bey’i kucağına almış ve başının arkasına bir şarapnel parçasının isabet ettiğini görmüştür. Üniforması, başından akan kanla kırmızıya boyanmış vaziyette olan Hüseyin Avni Bey’in son sözleri “Aileme haber verin. Millet var olsun” şeklinde olmuştur.

Bir bayram günü şehadet mertebesine ulaşan 57’nci Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey, Çanakkale Muharebeleri’nin sembol isimlerinden biri olmuştur. Yarbay Hüseyin Avni Bey’in şehadetinden sonra 57’nci Alay’a muharebelerde göstermiş olduğu üstün cesaret ve kahramanlığın bir sembolü olarak altın ve gümüş imtiyaz ve harp madalyası verilmiştir. Çanakkale Savaşları’nda 19 Tümen ve Anafartalar Grubu Komutanı olarak görev yapan Ebedi Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, 57’nci Alayı “Şehitler Alayı” olarak isimlendirmiştir.

Kaynak:askerimuze.tsk.tr

4 Şubat 2016 Perşembe

BU MİLLET ÇOK ZENGİN DEĞİL


Atatürk, Ege Vapuru ile Mersin'e gitmişti. Dönüşte vapur Fethiye'de durmuş. İlçe'de halk şenlik yaparken, gemilerden havai fişekler atılıyormuş. Kendisine refakat eden Zafer Torpidosu'nda bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken, kumandanlardan biri Zafer Torpidosu Kumandanı'na bir torpil atmasını söylemiş.

Torpido Kumandanı:

-"Hay hay efendim, demiş, yalnız bir torpilin kıymeti elli bin liradır."

Bunun üzerine Atatürk:

- "Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir!"

Ve Torpido Kumandanı'na dönerek:

-" Sizi tebrik ederim," diye iltifatta bulunmuş.


Kaynak:Niyazi Ahmet BANOĞLU

31 Ocak 2016 Pazar

KUVAYİ MİLLİYE


Birinci Dünya Savaşından sonra memleket işgal edilmiş, ordu dağılmış, elde bir şey kalmamış durumdaydı.Yabancılar artık Türkiye’nin tarihe karıştığını iddia ediyor, memleket üzerinde pazarlıklar yapıyorlardı. İşte bu sırada Atatürk Samsun’a çıkmış, Erzurum ve Sivas Kongresi’ni topluyor, “Kuvayı Milliye”nin oluşmasına çalışıyordu. Bu durum karşısında etrafındakilerden umutsuzluk içinde olan birisi, bir gün Mustafa Kemal’e:

-" Paşam, dedi, memleket işgal edilmiş, ordu tümüyle dağılmış, büyük devletler bizim sonumuzu görüşüyorlar. Galip devletlerin kuvvetli orduları ve donanmaları karşısında kurmak istediğiniz “Kuvayı Milliye” neye yarar?"

Mustafa Kemal gayet sakin şu cevabı verdi:

- "Kuvayı Milliye, namuslu bir insanın yastığının altındaki tabancaya benzer. Namusunu koruması için, herhangi bir ümidi kalmadığı zamanda hiç değilse intihara yarar."

Kaynak:Hadi BESLEYİCİ 

30 Ocak 2016 Cumartesi

BU GENERAL KİMDİR?



Büyük Taarruz esnasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis’in Başkomutan Çadırı’na nasıl getirildiğini şöyle anlattılar:;

Trikopis, diğer esir kolordu ve tümen komutanları ile birlikte Gazi’nin huzuruna çıkarıldıkları zaman, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi yenilgilerin tarihte örnekleri olduğunu, sevk ve idareyi eksiksiz yapmış iseler vicdanen rahat olabileceklerini söylediği zaman, 

Trikopis;

- "Askeri görevimi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi maalesef yapamadım” diye intihar edemediğini anlatmak ister.

Gazi;

-"Üzülmeyin generalim,' dedi. 'Siz görevinizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte yenilmek de vardır. Napolyon da savaş kaybetmiş, tutsak olmuştu. Burada kendinizi tutsak durumda saymamanızı rica ederim. Konuğumuzsunuz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin."

Bu görüşmeler olurken esir komutan yavaşça yanında bulunan subaylarımızdan birine;

- "Bizim ile konuşan bu general kimdir?" diye sormuş, subay:

- "Başkomutan Mustafa Kemal," deyince adam hayrete düşmüş:

- "Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim Başkomutan İzmir’de vapurda oturuyordu", diyerek derdini dökmüş.

Kaynak:Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL